Haritanın En Ücrâ Köşesi...

...Masidherya diye bir yer

31 Aralık 2009 Perşembe

İSTEMİYORUM !!!

      Lütfen yeni yılımı kutlamayın arkadaşlar. Çünkü bu benim için bir takvimin bitirilip,yerine başka bir takvimin asılmasından başka hiçbir şey ifade etmiyor.
Sağolun,varolun,eksik olmayın...
Ama güzel temennilerde bulunmayın..dua da etmeyin.Herzaman ettiğinizi biliyorum zaten.
      Yeni gelen yıldan herhangi birşey beklemek (2010 sana şunu getirsin,bunu getirsin gibi..), noel babadan hediye beklemekten farksız bence:) ve söylememe gerek var mı;hiçbir zaman noel babanın varlığına inanmadığımı:)



29 Aralık 2009 Salı

Acele Karar Verme Hastalığı

      (Çin düşünürü Lao-Tzu ya aittir)




Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama
Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı 
varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin 
tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..


"Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan 
dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, 
at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, 
bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala 
satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. 
Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...

İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. 
"Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.
Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. 
Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? 
Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.
Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."


Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...
Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.
Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. 
Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. 
"Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının 
kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu
oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."


"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" 
demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. 
Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini
henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. 
Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz 
kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?"


Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler 
ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... 
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan 
ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. 
Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman 
yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
"Bir kez daha haklı çıktın" demişler.


"Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre 
kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.
Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" 
demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme 
hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.


"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. 
Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba 
ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde
gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." 

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu
ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan 
bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler,
ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri
askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın
kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya 
öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.


Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı 
olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık
ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler,
belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının 
kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."


"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş,
ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez.
Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, 
sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, 
hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor." 

***

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

"Acele karar vermeyin. 
Hayatın küçük bir dilimine bakıp 
tamamı hakkında karar vermekten kaçının. 
Karar; aklın durması halidir. 
Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, 
dolayısı ile gelişmeyi durdurur. 
Buna rağmen akıl, 
insanı daima karara zorlar. 
Çünkü gelişme halinde olmak 
tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.
Oysa gezi asla sona ermez.
Bir yol biterken yenisi başlar. 
Bir kapı kapanırken, başkası açılır. 
Bir hedefe ulaşırsınız ve 
daha yüksek bir hedefin hemen 
oracıkta olduğunu görürsünüz."
        Bugün hayatımda taşların bir kez daha yerinden oynadığını,tam düze çıktım derken bir kez 
daha başladığım noktaya geri döndüğümü düşünürken bu hikâyeyi hatırladım birden.Bu tuhaf döngü daha kaç kez tekrar edecek bilemiyorum...Bekleyip görmekten başka seçeneğim yok.
"Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." demiş ya filozof, öyleyse neden her yeni gelen parçaya son parçaymış muamelesi yapıyozuz ki?Yani neden bi başka parçanın da gelip herşeyi tekrar değiştirebileceğini bildiğimiz halde  peşin hüküm veriyoruz ?  Yok peşin hüküm vermiyorsam neden bunca tasa ?  Mümkün mü acaba resimdeki o adam gibi, büsbütün dışından bakabilmek içinde bulunduğumuz duruma? Ya da mümkün mü hikayedeki yaşlı adam gibi her defasında "Bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." deyip yorum yapmadan,sadece yaşamak? Mümkün mü...

 ***


27 Aralık 2009 Pazar

Bir cevaptır bu yazı aslında...

                                              
Bi arkadaşım dedi ki geçen gün;
- İnsan neden yaşadıklarını,düşündüklerini herkesin okuyabileceği bi yere yazar ki? Ne gereği var yani,rahatsız etmez mi mesela senle benim şu anda konuştuğumuzu başka biri dinliyor olsa..Bloga yazmak da aynı şey bence..
     O zaman kısa bi cevapla geçiştirdim konuyu çok vakit olmadığı için.Ama içime sinmedi.Sonra uzun uzun düşündüm.Gerçekten onun dediği gibi gereksiz birşey miydi blog yazmak?
     İnternet kullanmaya başladığımdan beri birçok blogu ve bazı forumları takip ettim-ediyorum.
Yeri geldi bilgisayarımla ilgili sorunları bu forum ve bloglar vasıtasıyla çözdüm
Ördüğüm hırkanın modelini paylaşan,üşenmeyip anlatan bir blog yazarıydı...
Yemek yaparken işte olan annemi rahatsız etmeyeyim diye netin başına geçtim sorularıma cevap bulmak için.Yardımıma yetişen yine bi bloggerdı..
Canım sıkıldı bir iki kişiyi aradım biraz konuşalım diye ama ya ulaşamadım,yzamanları yoktu konuşamadık..Yine "birinci ağızdan insan hikayeleri" ne tanık olduğum yer bloglar..
Birşey alıcam mesela,nasıl bu ürün acaba,alsam mı diye karar veremedim.Ben sordum,forumlarda cevaplandı..o ürünü kullanan insanlar sağolsunlar deneyimlerini paylaştılar ki öğrenebildim..
Eski bi film vardı,çok aramama rağmen türkçe altyazılısını bir türlü bulamamıştım.Sadece ben istedim diye adını bile bilmediğim biri, bende var deyip ekledi foruma,izleyebildim..
      Saymakla bitmez,gerekli-gereksiz birsürü şey öğrendim bu blog ve forumlardan..Arama motorunuza birşey yazıp arattığında,karşına çıkardığı o kadar sayfayı arama motoru kendi kendine uyduruyor mu sanıyordun canım arkadaşım? Ya da video sitelerinde izlediğin o videoları birileri oraya eklemese nerden izleyecektin?
    Diyor du ki "ama bu senin hayatın..sana özel değil mi yaşadıkların,hissettiklerin?Ben özel durumları yazmıyorum zaten, o ayrı..Ama bi düşünsene o çok severek dinlediğin aşk şarkıları o sanatçıların özeli değil mi? Ya da şairler yazdığı şiirlerini kendilerine has duygular olduğu için saklasalardı kendilerine,nerden bilecektik ne hissettiklerini?   Diyeceksiniz ki ne alâka,sen şair ya da sanatçı değilsin ki? Demek istediğim şu; Paylaşımcı insanlar olmasa geçtim interneti,hayat çok daha sıkıcı bir yer olurdu bence..Çok daha sıradan...
     Ben seviyorum başka insanlar ne düşünür,ne hisseder,neler yaşar öğrenmeyi..Film izlerken ya da kitap okurken yaptığımız da bu esasen..Başka hayatlara tanık olma..Gerçek yada değil,ama başkalarının hayatları,düşünceleri...
    Live Space ime yazmaya başlarken,daha çok nette rastladığım-uğraştığım şeylerden,kullandığım programlardan falan bahsederim diye başladım.Soruyordunuz ya hep,"ne yapıyorsun sen nette,ben bişey bulamıyorum yapacak pek" diye..Nelerle vakit geçirdiğimi anlatacaktım ben de..Sonra nasıl oldu anlamadım ama daha çok kişisel bi blog haline dönüştü işte:)
    Ve blogger'da yazmaya başladığımda,(daha siz bile bilmezken blog açtığımı canım arkadaşlarım:))bloguma gelip ilk yorum yazan dünyanın bir ucundan( hem de o acaip bi şekilde sevdiğim bi ucundan) bir blogger olunca,şaşırmakla birlikte çok mutlu da oldum..
    Sormuştu ya bana arkadaşım "rahatsız etmez mi insanı ama" diye...İnternette yapabileceği o kadar çok şey varken,birileri gelip de senin yazdıklarını okumayı tercih ediyorsa-ederse eğer,bu çok hoş birşey bence :) olumlu veya olumsuz yorum alıyorsan söylediklerin dikkate alınıyor,karşındaki seni muhatabı kabul ediyor demektir.Daha bir çok şey sıralayabilirim bu soruya cevaben.Ama bu kadarı da kâfi herhalde dimi:)
     Şimdi daha iyi anlatabilmişimdir umarım kendimi.Olur da yolu düşerse buraya birgün,soruyu soran arkadaşım da anlar belki beni...

24 Aralık 2009 Perşembe

Anladım ki...

      Birgün diyet yapmak zorunda kalırsam eğer,bu çok zoruma gidecek...Hayır,daha az yemem gerekeceği için değil ; yıllarca hiç çaba sarfetmeden 34-36 beden bi bünyeyle yaşadıktan sonra,diyet yapmayı gerektirecek kadar kilo almış olmak ve artık 36 beden kalmak için çaba göstermem gerektiğini-gerekeceğini kabul etmek zor olan...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Kesinlikle Deneyimlemelisiniz : Virtual Barbershop

      Ben bu bahsedeceğim şeyi çok önceden deneyimlemiştim.Bugün sık kullanılanlar listemi temizlerken tekrar rastladım.Birçoğunuz biliyor olabilirsiniz ama hâla bilmeyenler de vardır mutlaka..Aslında nasıl espirisini kaçırmadan anlatabileceğimi de bilemiyorum tam:)
     Yani önce açıklarsam,dinlediğinizde ne olduğunu bileceğiniz için çok ta şaşırmazsınız.O yüzden önce dinleyin,sonra yazının devamını okuyun derim ben...
     Yalnız bunun için önce çok ta kalitesiz olmayan bir kulaklığa ihtiyacımız var.Kulak dışı olanlar daha makbul.Kulaklıkları sağ kulaklık sağa,sol kulaklık sola gelecek şekilde takmanız da önemli.(Kulaklık olmadan hiçbir zevki kalmıyor cidden)
     Evet,kulaklıkları taktıktan sonra bilgisayarımızın sesini de açıyoruz biraz.Çok fazla açık olmasına gerek yok ama biraz yüksek olursa daha iyi oluyor.Sesi de ayarladıktan sonra gözlerimizi kapatıp dinlemeye başlıyoruz.İnternet hızınız yavaşsa durdurup biraz önbelleğe almasını beklemelisiniz.Ses kaydında takılma olursa play butonuna basıp devam edin.Yazının devamını dinledikten sonra okuyun lütfen...

                            BUYRUN TIKLAYIP DİNLEYİN ŞİMDİ :)





       Benim ilk verdiğim tepki, kulaklıklar tam olarak kulağıma oturmasına rağmen,çıkarıp ses dışardan mı geliyor acaba diye bakmaktı:) En çok ta kulağıma fısıldadığı kısım etkilemişti beni..Beynin farklı mesafelerdeki-yönlerdeki  sesleri algılayışını inceleyen mükemmel bir çalışma bence bu sanal berber...Ben kendimi tam olarak berberdeymişim gibi hissedemedim ama kardeşlerime dinlettim, onlar gerçekmiş gibi tepkiler verdiler:)Özellikle de ense traşı kısmında:)Mücocan, adam  kulağına fısıldadıktan sonra
"nasıl olur yaaa" deyip kulaklığı çıkarttı hatta.

     Aslında  enteresan bir durum yok ortada.İnsan beyninin sesleri algılayışı baz alınarak yapılan bir kayıt tekniği.Basit gibi duruyor,ama zeka ürünü bi fikir bence. Müzik albümlerinde veya sinemada niye kullanmıyorlar bu kayıt tekniğini acaba? Kulllanıyorlar da biz mi bilmiyoruz yoksa? Buna bir bakayım bi ara:) Benzeri çalışmalara rastlayan varsa,ya da bilen, bana da bildirsin lütfen.Bu tekniğin adı ne bilmiyorum ama ben buna sesin 3 boyutlu hâli demiştim ilk dinlediğimde:) 
     Sevgili kardeşlerim an itibariyle facebook ta da yayınladıktan sonra artık bilmeyen kalır mı dersiniz? Malum,orda bişeyin yayılması ışık hızına yakın nerdeyse:) ya da ben kullanmadığım için bana öyle geliyor,bilemiyorum..
     Neyse,umarım beğenmişsinizdir..Bu günlük de benden bu kadar.Hadi iyi geceler
     

18 Aralık 2009 Cuma

Rüyalar









      Yakın sayılabilecek bir zamana kadar pek rüya görmezdim.Görsem de uyandığımda çok az bir kısmını hatırlardım.Ve ister istemez hatırlayamadığım kısmını hatırlamaya çalışırdım.Rüyalarını detaylarıyla hatırlayıp anlatan Müco'ya şaşırırdım.(Müco rüyasında değişik ülkeler bile görüp gezebiliyor,"ayna" programı gibi mübârek:) )
     Rüya tabirlerine bakmaz,kendim de herhangi bir yorum yapmaya çalışmazdım ama
hatırlamak isterdim.Ta ki hatırlamak istemeyeceğim kadar karışık,zihnimi yoran,içimi daraltan rüyalar görmeye başlayana kadar.Uyanığımda hatırlamamanın hatırlamaktan daha iyi olabileceğini anladım ama artık geçti.Her gece birsürü saçma,koşturmacalı rüya gördüm birsüre.Tanımadığım insanlar görmek istemiyorummm dedim birçok sabah  uyandığımda.
     Rüyalarında kerâmet olacak mübarek biri olmadığım için,ruh halimden kaynaklanıyordu büyük ihtimalle bu rüyalar.(Şükür ki birsüredir o kadar da kötü değil durumum) Meselâ ;
     işten çıkıyorum hava karanlık.İçinde tanıdığım 2 kişinin olduğu otobüse biniyorum Eminönü otobüsü diye.Ne işim varsa Eminönünde? Ama rahat değilim.Öyle ki oturduğum koltukta bile sıkışıyorum,sığamıyorum sanki.Bir süre sonra farkediyorum ki bindiğim otobüs Eminönü'ne değil,Topkapı'ya gidiyor.Tanıdıklara söylüyorum durumu ben Eminönü'ne gitmek istiyordum diye.Sonra artık inip de başka bir otobüs beklemek,binmek cazip gelmiyor saat geç olduğu için.Eve dönmeye karar veriyorum.O tanıdıklar diyor ki; o zaman burda in,şurdan sizin eve gidersin yürüyerek.Ama otobüsle baya yol aldık böyle bişeyin imkanı yok yani:) Neyse,ben iniyorum otobüsten.Tek istediğim bir an önce evde olmak.(işte o tanıdık stres..rüyalar farklı ama bu değişmeyen tek şey sanırım)
İndiğim yer yabancı..(bu yerden bidaha bahsedeceğim rüyayı tamamlayınca) Tarif edilen 
yönde ilerlemek istiyorum ama çok izbe bir yol..sıra sıra dükkanlar var,camları kırık,harabe..Diyorum ne olmuş buralara böle,çok değişmiş..O yola girmemiştim ki bi tanıdığa rastlıyorum.(Evi evime yakın biri.Çok önceden bi arkadaş.Nadiren yolda karşılaşırız arada hepsi o,iyi kızdır ama)
    Ondan yardım alıyorum eve nasıl giderim diye.Birlikte gidiyoruz sanırım.Sonunda tanıdığım bir noktaya geliyoruz rahatlıyorum.Ama o yer de tam olarak aslıyla aynı değil rüyamda:)Tanıdığım yere gelince bakıyorum hava aydınlık.Oysa oraya gelene kadar akşamın geç saatiydi.
         Bunu örnek olsun diye anlattım.Gelelim parantez içine;
İndiğim o yabancı yeri başka bi rüyamda da gördüm yada öyle hissediyorum.O harabe dükkânların olduğu yolu da harabe olmayan halleriyle yine başka bi rüyada görmüş gibiyim.Sizin de vardır sadece rüyada gördüğünüz yerler dimi? Ama bu yerleri ikinci,üçüncü bi defa görmek tuhaf bir his.Hem benimkiler böyle metruk yerler.Yerleşim yerleriymiş ama sanki insan yaşamıyor gibi.
      Eve değişik yollardan ulaşmaya çalışmam da ilk değil..Kiminde uzun ve geniş caddeler var,kiminde dolambaçlı yollar.Git git bitmiyor:) Bi de merdivenler..Geçen bi metroya binicem ama ne eziyet:) barikatlardan mı atlamıyorum,merdiven bile değil tuhaf yerlerden mi tırmanmıyorum:) daha neler neler..anlatıp ta içinizi karartmayayım en iyisi.
      He bir de denizlerim var sadece rüyalarıma ait:) Öyle şahane birşey ki..
Böyle travertenlerle deniz birleşmiş gibi..İkisi bir aradaymış gibi..Köpük köpük bembeyaz
ve masmavi..Hem kimse de yok:)ben oluyorum,bazen de bir iki tanıdık..Doya doya
yüzemiyorum,içim gidiyor ama o kadarı bile yetiyor huzurla doldurmaya içimi.Geçen 
yine deniz krizim tutmuş olacak ki sokağın başına gidiyorum eşofmanlarımla falan.
Sokağın başı deniz:)Diğer denizlerim gibi şahane değil ama deniz işte:)Atıyorum 
kendimi denize böyle,ama sokak ya hani:),eşofmanlarımla kimse görmesin diye çok kalamıyorum dönüyorum eve:( Ama bütün rüyalarım biryana,bu denizli rüyalarım biryana.Eminönü'ne de denizi görmeye gidiyordum belki kimbilir:)
       Rüyalar hala beynin en büyük bilinmezlerinden biri.Kuralların,imkansızlığın,boyut sınırlamasının,tutarlılığın yada tutarsızlığın olmadığı apayrı bir dünya her bir rüya..Orda bir ülke bile sadece bize ait olabilir..Rüyada bir köpek veya bir deli olabiliriz mesela.Bir
eşya olan bile vardır muhtemelen.Aynı şekilde bir süper kahraman olmamız için de herhangi bir engel olmaz rüyalarımızda.Yerçekimi olmayabilir,uçabileceğimiz gibi.Bu örneklerin sonu gelmez,ölebiliyoruz bile rüyalarımızda dimi? Bu dünyaya ait tüm kural ve gerçeklikler rüyadayken hükmünü kaybediyor.Orada yaptıklarımızın sorumluluğu yok,
anlatmazsak bizden başka bileni yok..(yaradanı ayrı tuttuğumu belirtmeme gerek
bile yok,ama garantiye alayım) "Ruhlar alemi" deriz ya hep..Sanırım yapıp yapabildiğimiz
en mantıklı tanım bu.Ama merak ettim işte psikoloji uzmanları nasıl yorumlamışlar rüya mevzuûnu.(Bişeyi de merak etmesem ölürüm sanki :) )
      Öyle ya,bu ruhsal bi durum mâdem..Konunun uzmanına sormakta fayda var:)Çok kapsamlı bi konu tabi.Hepsini incelemeye kalksam,hem çok fazla zamanımı alır,hem bi anda bu kadar yüklenirsem beynime,kısa devre yapma olasılığı çok fazla:)Ama baya bi inceledim yine de:)En yaygın,yada en çok kabûl görmüş olan psikanaliz uzmanlarının yorum özetlerinin olduğu bi derlemeyi seçtim sizin için..Derleme diyorum çünkü çeşitli yerlerden aldım bunları.Asıl kaynağın belirtilmediği alıntı yazılar..Bi de vikipedi'den baktım biraz..
      
      Sigmund Freud / Arzu Tatmini
    Rüyalara en romantik ve idealist bakışı “Freud” atmış. Öyle ki, ona göre hiçbir düş anlamsız olamaz, çünkü ruhta rastlantıya yer yoktur. Ayrıca rüyalar asla göründükleri gibi değildir.Freud’a göre rüya bir arzuyu tatmin gayesidir. Çünkü rüyanın işlevi bastırılanı özgür bırakmaktır."Bilinçdışının dile gelmesini önlemek için bilinçte kurulu bir tür engel, bir çeşit direnç mekanizması vardır ve rüyalar sırasında bu engel ortadan kalkar". Rüyalar çocukluk döneminde bastırılmış arzu ve korkularımızın kısa bir süre için de olsa bilinç düzeyine sıçramasıdır.
     (Bu fikri tuttum.Ama illa çocukluk döneminde diye kısıtlaması doğru olmamış bence)

     Carl Gustav Jung /  Kolektif Şuurötesi 
     Freud’un öğrencisi Jung'a göreyse, rüyalarda karşılaşılan bu istek ve kaygıların çocukluktan beri bastırılmış duygularla hiçbir ilgisi yoktur.Jung, kolektif bir şuurun eseri olan rüyayı insan beyninin yine kendisine gönderdiği mesajlar olarak tanımlar ve “Bir rüyanın yorumu kendisidir"der.Jung’a göre rüya, Freud’un iddia ettiği gibi beynin tecrübelerinden doğmaz. İnsanlığın ilk gününden beri geçen her olay toplulukların kültürüne işlenir ve kolektif bir şuur teşkil eder. Yani Jung’a göre rüyada
insan kendine ait değildir; toplumun ilkel tecrübelerinin eseridir. Jung, rüyanın bireysel değil,toplumsal bir hadise olduğuna inanınır.
     Başka bir sayfada da şöyle bi görüşünü belirtmişler;
     Rüyalar nesnel ve öznel biçimde yorumlanabilirler. Nesnel düzeyde rüyanın çevrede olup bitenlerle ilişkisi kurulur. Öznel düzeyde ise rüyadaki figürlerin rüya sahibinin kişiliğinin belirli yönlerini temsil ettikleri kabul edilir. Ağırlığın hangi tarafa verileceği ise koşullar belirler.
     Sayın Jung da söylüyor bak çocukluk dönemiyle alâkası olmadığını:)İkinci kısımdaki
yorumuna ise tamamen katılıyorum..

      Allan Hobson / Aktivasyon-Sentez Modeli
      Freud’u bir dinazor olarak tanımlayan “Allan Hobson”, her şeye katı bilimsel gözlüklerle bakar.Rüya konusundaki en mesafeli, en soğuk  tez ondan gelir.Rüyaların psikolojik kökenini yadsıyan Hobson’un Aktivasyon-Sentez Modeli’ne göre rüya dediğimiz sadece beynin fizyolojik bir yan etkisidir. REM uykusu sırasında beynimizdeki sinir hücreleri deli gibi çalışır, gözlerimiz çılgınca bir o tarafa bir bu tarafa kayar. Bu arada mantık hastalığına tutulmuş zihnimiz de tüm bu olup biteni anlamaya çalışır ve bir tür slayt gösterisi havasındaki görüntülere kafadan bir hikaye uydurur.Beyin sürekli olarak yaşadıklarını anlamlandırmaya ve eldeki arapsaçını düzene oturtmaya çalışır çünkü. Yani bir anlamda rüyayı görürken, eş zamanlı olarak yorumlarız. Gördüğümüz şey kendi 
yorumumuzdur aslında. Uyanınca da gördüklerimizi değil, gördüklerimizin ışığında yorumladığımız konulu filmi hatırlarız. Hobson’a göre rüyaların hiçbir ruhi kökeni, gizemli yanı veya özel amacı yoktur. Beynin bilinçten sorumlu tabakası beyne gelen sinyalleri belirli bir düzene sokmaya çalışır,hepsi bu.
     Bu bakış açısı her rüya için geçerli olmasa da benim gördüğüm rüyalar
 sanırım bu adamın kastettiği rüyalar:) Saçma rüyalarımla pek bi bütünleşiyor sanki bu tanım.Ben bahsi geçen sinyalleri düzene sokmaya çalışırken,elime yüzüme bulaştırıyor olmalıyım:) zihnimin bu kadar yoruluşu,uyandığımda hissettiğim yorgunluğun sebebi de bu olabilir pekâla.Uyanınca da gördüklerimizi değil,kendi uydurduğumuz senaryoyu hatırlarız diyor ya; ben önceleri hiç beceremiyormuşum senaryo yazmayı ki uyandığımda hatırlayamıyormuşum.Şimdilerde ise acemilik safhasındayım.Hatırlıyorum evet gelişme var,ama pek iyi senaryolar uyduramıyorum henüz:)
      Benim bilimsel gözlüklerim yok ama hayata katı baktığım kesin:)En çok Hobson'ın görüşüne hak verişim bundan mı acaba?
       Olayın manevî kısmınaysa hiç girmiyorum.Bu çoook daha ince bir tarafı konunun.Ama biliyoruz ki her rüya sahih rüya değil.Benim burda bahsettiğim,ele aldığım,yer yer mizah konusu bile yaptığım elbette sahih olmayan rüyalar.Açıklığa kavuşturayım dedim.
      Haa bir de, rüya gördüğümüz sırada kaslarımız gevşemesine rağmen; kalp atım hızımız, oksijen tüketim miktarımız, solunum ve göz hareketleri uyanık olduğumuz zamankiyle aynı kalıyormuş.Bu da ilginç değil mi ?
         Bu kadar lafın üstüne nasıl bir rüya göreceğimi-ya da görüp görmeyeceğimi-
merak ederek bitiriyorum yazacaklarımı..
*resim burdan
                                                     Cümleten iyi geceler,tatlı rüyalar:)


15 Aralık 2009 Salı

Resimde Gördüğünüz Kitap

      
        Bu kitabı bitirince hakkındaki izlenimlerimi ve okurken hissettiklerimi uzun uzun yazacağım demiştim.Aslında kitabı bitireli baya bi zaman oldu ama ancak sıra buna geldi.Daha doğrusu bu kadar uzun bir yazıya ancak vakit ayırabildim.

     Önce bi özet geçeyim; Kitabın yazarı Cengiz Aytmatov.Aslında yazarın 4 ayrı kitabının aynı ciltte toplanmış hâli bu kitap.
      Bi dostuma ;
"Bir tanıdık kitap okumaya başlamak istediğini söyledi.Kitap almak için çok fazla durumu da yok şuan.Benden okuduğum kitapları istedi ama başlamak için hangisini versem karar veremiyorum.Yani hem çok ağır olmamalı,hem de öyle bi kitap olmalı ki -şimdiye kadar niye hiç kitap okumadım ki- dedirtmeli" demiştim.
     O da biraz düşünüp "Toprak ana" yı tavsiye etmişti.Ama gittiğimiz kitapçıda onu bulamayınca bu 4'ü bir arada olanı almıştık.Daha doğrusu dostum bana hediye etmişti."Önce sen okursun,sonra da hediye edersin" demişti.Gelelim kitap hakkında söyleyeceklerime;

       Beyaz gemi 

     Detay anlatımları seven biri olarak,bu öykünün ayrıntılarından o kadar sıkıldım ki, ben bile şaşırdım.Çoğu zaman kitapı Hanazawa Rui gibi yüzüme kapatıp okudum zaten.
(Hanazawa'yı bilen bilir:)Bilmeyenler için anlatayım desem kısa kesemem,bu konuyu sabote etmiş olurum)Nihayetinde yer yer atlaya atlaya bitirdim Beyaz gemi'yi.Hikâye ana hatlarıyla aklımda kalmaktan çok ta öteye geçemedi mâlesef.

   Toprak Ana
      
      Öncelikle şunu söyleyeyim,dostum istediğim tarife tam mânasıyla uygun bir kitap önermiş cidden.
     Kitap,kocasını ve üç oğlunu ikinci dünya savaşında kaybetmiş bir kadının,ölenleri anma gününde tarlasına gelip (onun tabiriyle) toprak ana ile yaptığı diyaloglar ile başlıyor.Ve yine toprak ana ile konuşmalar arasında hayat hikâyesini anlatıyor kadın.Çok hüzünlü bir hayat öyküsü bu.Diyorum "bu bir hikaye,bu kadar acı bir arada olmak zorunda mıydı?Bu bir hikaye için fazla ağır değil mi hem?"
   Sonra düşününce, hikayenin bu denli gerçekçi olmasını,böylesine insanın içine işlemesini sağlayanın da bu ağır hüzün olduğunu farkettim.Yazarın betimlemeleri muhteşemdi bence.Çok beğendiğim bir bölümü yazayım hatta buraya ;

" - Toprak ana, Savankul gibi,Kasım gibi insanlar ölüyorlar da neden dağlar devrilmiyor,
göller taşmıyor? Babasıyla oğul toprağı işleyen çalışkan iki  insandı.Kuruluşundan beri dünyanın yükünü böyleleri taşır; herkesi yedirdikleri içirdikleri yetmiyormuş gibi savaş çıkınca cepheye ilkin onlar koşar.Şu savaş çıkmasa Savankul'la Kasım bir nice işin üstesinden gelecek,emeklerinin ürününden nice insan yararlanacaktı!
Ekilecek tarlaların,kaldırılacak hasadın hesabı olmayacaktı.Onlar da kendi didinmelerinin karşılığını başkalarından kat kat görecekleri için bu yaşamdan pek çok mutluluk tadacaklardı.Söyle bana,Toprak ana,doğrusunu söyle;Savaşmadan yaşayamaz mı insanoğlu?
Zor bir soru sordun,Tolgonay.Savaşlarda yok olmuş uluslar vardır.Yakılmış,yıkılmış
kumlar altında kalmış kentler vardır.Öyle çağlar oldu ki,insan izi görebilmek umuduyla
çok bekledim.İnsanlar her savaşa kalktıkça, "Durun,kan dökmeyin! " diye karşı çıktım.Şimdi de aynı şeyi söylüyorum: " Ey denizlerin,dağların ötesinde yaşayanlar! Ey bu dünyanın insanları! istediğiniz nedir sizin? Toprak mı? İşte toprak karşınızda,benim.Yalnız,hepiniz
içinim ben,bence sizler birbirinize denksiniz.Benim yüzümden kavgaya gerek yok.Sizin
dostluğunuzu,emeğinizi istiyorum.Sürülmüş tarlanıza bir tohum atın size yüz tane vereyim.Dikeceğiniz bir dalcıktan size koskoca çınar yetiştireyim.Ev yapın duvarı ben olayım.Üreyin,çoğalın yerleşmeniz için kucağımı açayım.Erişilmez yüksekliklerim,
ulaşılmaz derinliklerim vardır; sonsuz sınırlarımla hepinize yeterim. " insanlar savaşmadan durabilirler mi? " diye soruyorsun değil mi Tolgonay?
Bu sizlere,siz insanlara bağlı birşey,bana değil.Buna kendi iradesiyle,kendi mantığıyla karar veren sizsiniz.
- Ne dersin, Toprak ana,en hamarat işçilerin,en iyi ustaların savaşta ölmediler mi?Gönlüm elvermiyor,yaşamım pahasına da olsa buna karşı durmak isterim.İnsanlar bir yolunu bulup savaşa son vermelidirler.
- Sanıyor musun,Tolgonay,savaş yüzünden hiç acı çekmiyorum? Hayır,benim çektiğim acıyı kimse bilmez.Köylünün hamarat ellerine hasret kaldım,ölen çiftçi çocuklarımın yasını çekiyorum; Savankul'un, Kasım'ın, Caynak'ın,öteki askerlerin eksikliğini duyuyorum.Nadasa kalırsam, ekinlerim biçilmezse, harmanlarım dövülmezse şöyle sesleniyorum: "Neredesiniz tarla sürücülerim,neredesiniz ekicilerim? Kalkın, benim çiftçi çocuklarım! Boğuluyorum, ölüyorum.Bana yardıma gelin,kurtarın beni!"
     Savankul'un belini kapıp gelmesini, Kasım'ın biçerdöverini koşturmasını Caynak'ın arabasını getirmesini bekliyorum.Fakat onlardan ses yok.
- Sağol Toprak'ım,bunları söylediğin için sağol.Demek onları sen de özlüyorsun,benim gibi sen de yas tutuyorsun.Sağol! toprak ana.

  Deve gözü

Bu bölüm de fena değildi.Ama bir anda bitti sanki hikâye.Yarıda kalmış film gibi..

  İlk öğretmenim

      Bu hikâye yi de çok beğendim.Her satırını gözümü kırpmadan okudum diyebilirim.
Hikayenin devamında ne olacağını hiç kestiremiyorsun.Anlatım dili çok çok
güzel..Bundan da kısa bir bölümü yazayım.Çok hoş bi kısım bence...

      "Dağlarda bazı pınarlar olur.Yeni yollar açıldıkça buralara uğrayan insanlar azalır;
giden gelen azaldıkça da suyun çevresini naneler,dikenler sarar.Bir zaman gelir ki,orada pınar bulunduğunu kimse anlamaz.Ama sıcak bir günde susuzluğunu gidermek isteyen
bir yolcu pınarı anımsayıp ana yoldan saparak tepeye doğru yürür.Kaynağın başına varıp yaban otlarını aralayınca gördüğü şeye kendi de şaşar : Kimsenin bulandırmadığı,
dupduru,soğuk bir su otlar arasından şırıl şırıl akmaktadır.Suyun durgun yerinde kendini seyreder ; güneşi,gökyüzünü,dağları seyreder...Böyle güzel bir yeri çoktandır unutmuş olmasına üzülür, köye gidince arkadaşlarına da söylemeyi düşünür.Düşünmesine düşünür ama sonra herşeyi unutur.
       Yaşam da böyledir işte.Belki yaşamı yaşam yapan da budur... "
  
     Hikayenin sonu da muhteşemdi..Diğer hikayelerde de çok güzel doğa tasvirleri yapılmıştı.Ama bu hikâyedeki o iki kavaklı tepe daha bi alıp götürdü beni uzaklara..Bir de demiştim ya bu kitabı çok daha önce okumalıymışım gibi hissediyorum diye,evet gerçekten çok daha önce okumalıymışım..
    Kitabı Türkçeye çeviren ise Mehmet Özgül'müş.Eksiksiz bir çeviri yapmış gerçekten.
Öyle ki kitabın çeviri olduğunu hiç hissetmedim bile.Bu kitabı okumama vesile olan,
bana hediye eden dostuma bi kere daha teşekkür ediyorum burdan:)Tabi yazıyı okuyan herkese de ayrıca teşekkürler..Daha blog adresimi vermedim çoğunuza gerçi.Artık ne zaman okursanız işte:)              





12 Aralık 2009 Cumartesi

Personel değişim programı :)

Bugün evime yakın olan bir markete alışverişe gittim.Aynı iş kolundan olduğumuz için ordaki arkadaşlarla konuşuruz az-çok. Bana "nasıl gidiyor" diye sordu bu arkadaşlardan biri alışverişimi yaptıktan sonra."iyi" dedim. "senin nasıl gidiyor,memnun musun? " diye sordum sonra...Önce "bilmiyorum" dedi.Sonra bizim şirkete netten cv bırakmak istediğini ama bizim bölge için açık pozisyon bulunmadığından cv bırakamadığından sözetti.Ufak-tefek detay birkaç şeyden daha sözettik.
        Eve gelirken yolda dedim ki kendi kendime ;"sahi,öğrencilere değişim programları oluyor ya,bizim niye personel değişim programımız yok ki? " Yok ülkelerarası bi program beklemiyorum onlarınki gibi (böyle birşey olsa muhteşem olur zaten)  ama ne bileyim
hani aynı sektördeki firmalar değişik deneyimler edinmek ve (bizim de)edinmemiz için böyle  birşey yapsalar güzel olmaz mı yani?
      Ve devam ediyorum tabi düşünmeye, ortaya nasıl olaylar çıkabilir böyle birşey olsa diye...
     *Birbirimizin çalışma şartlarını merak etmekten kurtulurduk bi kere.Program bittiğinde tekrar kendi işyerimize döndüğümüzde;
A)  Keşke hiç gitmeseydim,merak ederdim falan ama en azından çalışma şartlarımın diğerlerine oranla bu kadar ağır olduğunu bilip kahrolmazdım!
B)  Hâlime bin şükür,beterin de beteri varmış.Orda daha ne kadar kalabilirdim acaba?
C)  (işyerimizden zaten memnunsak)  Evet,bi kez daha anladım ki doğru yerde bulunmaktayım
D)  Anladım ki patronlar değişik olsa da personeller hep aynı olmak zorunda!
E)  Değişiklik oldu be,içim sıkılmıştı hep aynı mekân,hep aynı kişiler..
F)  Güzeldi,ama her güzel şey gibi bitti..
        gibi şeyler söyleyebiliriz meselâ.Daha pek çok ihtimal var tabi.Ama genel itibariyle yukarıdaki şıklardan birinin alt cümleleri olur bunlar sanırım.D şıkkı birçok yaşanmışlığın temsilcisi olabilir örneğin.
     *Ortaya çok garip şeyler çıkabilir ;
1. Diğer firmanın patron(lar)ına yalakalanma metoduyla program kapsamında çalıştığı şirkette kalıcı olmak isteyenlerin olma ihtimali yüksek
2. Tam tersi,programı bitiremeden kendi firmasına dönmek isteyenler çıkabilir ve bu durumda asıl çalıştığı firma bunu kabul etse ortada personel fazlası olur.O fazla personel(ler) nolcak? onları da  kendi firmasına mı postalasınlar yani kendi elamanları mızıtıyo diye:)
3. Bir de olayın patron tarafı var tabi:) Yeni gelen personelden ziyadesiyle memnun kalan patron,onu işe alır,diğeri de ortada kalır mesela:)
4. ya da patron personelinin kıymetini anlar yokluğunda ve geri geldiğinde güzel bi zam yapar maaşına(işte bu çok uç bi ihtimal oldu,geri geldikten sonra değil ama personel durumu farkedip geri gelmemekle tehdit ederse belllki:)  )
5.Ne biliyim yaaa biraz da siz uydurun işte:) benden bu kadar..(bi dk bunlar benim kişisel saçma teorilerim,siz niye uydurasınız ki dimi:) ama uydurmak isterseniz o ayrı..)
      Bir de sistemi tam kavrayamamış olanlar olursa o zaman tam komedi olur işte:) Market çalışanının  bir hastanede,ya da iş hayatında çok fazla konuşma gerekliliği olmamış bi muhasebe elemanının (var mıdır bu tür bi muhasebe elemanı bilmiyorum,attım işte) uzun süren bi suskunluk dönemi sonrasında bir call center da çalışmak istemesi gibi mesela:)  Daha komikleri de olabilir ama suyunu çıkarmamak lazım:)
      Yok yok..Olacak iş değil bu değişim programı.Marketten eve gelene kadar geçen kısa zamanda kurgulamak bile yetti anlamam için:) 

10 Aralık 2009 Perşembe

Burundanga'dan Bursa Botanik Parkı'na :)



         Muhtemelen hepinize gelmiştir şu burundanga maili.Benim msn listemde de bu tür mailleri yaymayı görev edinmiş bir-iki arkadaş var ve sağolsunlar sayelerinde hiçbirşeyden habersiz kalmıyorum:)
         İnandırıcı gelmemekle birlikte "araştırırım bi ara" deyip silmemiştim maili.Dün akşam mailleri silerken araştırdım biraz.Google aramalarında mailin farklı sayfalardaki kopyasından başka birşey bulamadım.Sadece Türkçe değil başka dillerde de var aynı mail:) Ama herhangi bir araştırma yazısına,ciddi bir haber sayfasına rastlayamadım.
        Böyle olmayacak dedim ve vikipedi'den sorguladım.Burundanga diye aradığımda türkçe vikipedi sayfasında hiçbir sonuç çıkmadı.Scopolamine diye arayayım dedim.Bu arama sonuçlarında da burundanga ibaresine rastlayamadım.sonra ingilizce wikipedia da aramaya devam ettim.Burada sanırım sıralanan ilk sonuçtu google çeviri Türkçe'ye çevirip anlamaya çalıştığım:)Aslında oldukça açıklayıcı bi sayfaydı.Hatta burundanga'nın  mail zincirlerine konu olduğundan falan da bahsetmiş.Ama çeviri zayıf,bende ingilizce yok:) Çok net bi sonuca ulaşamadım  anlayacağınız.
       Sonuç olarak;bu mailin doğruluk ihtimali olmakla birlikte bana hâla çok ta inandırıcı gelmemekte.Tabi ki her dâim dikkatli olmalıyız o ayrı...
       Diyeceksiniz Bursa Botanik Parkı ile ne alâkası var bu araştırmanın.Alâkası yok efendim..Ben yok şöyle bitkiler, yok böyle bitkiler diye sorgularken çıkan sonuçlardan biriydi Bursa Botanik Parkı.İsmi bile yeterli bence "nasıl bi yermiş bakayım" demek için.Kaldı ki alt açıklamada  " Botanik parkta JAPON BAHÇESİ,Fransız bahçesi,İngiliz bahçesi,gül bahçesi,kaya bahçesi...gibi adlarla değişik bahçe alanları oluşturulmuştur" cümlesini okuyunca bakmadan geçemezdim:)
     Bahsetmeye bi başlarsam ardı arkası gelmez.Benim hayranı olduğum sakura ağaçları(türkçe japon kirazı) bile varmış..Daha ne diyeyim...
     Vikipedi Bursa Botanik Park sayfasına buradan bakabilirsiniz.E bu kadar bahsettim bir-iki resim koymadan olmaz dimi:)


     
Ördek evi resmi burdan,mavili bulutlu manzara burdan,yukarıdan 6.resim burdan, diğerlerinin üzerinde site isimleri var zaten..
         Ölmeden gitmek istediğim yerlere bitane daha eklendi iyi mi? Daha İstanbul'daki parkları gezmeyi beceremezken,git Bursa'daki parkı gezmek istiyorum de.Oldu! Bursa botanik parka gidebilir miyim,gidebilirsem ne zaman gidebilirim,kim(ler)le giderim,nasıl giderim bilemiyorum..Şu an bildiğim tek şey var; birazdan işe gitmem gerektiği...





8 Aralık 2009 Salı

PEKİ BU MASİDHERYA DA NERDEN ÇIKTI?

      Tabi ki yeryüzünde bir yer değil burası.Haritadan kastettiğim de blogküre.Ben herzamanki gibi sakin,pek göz önünde olmayan bir yer olsun istedim.Burdan yola çıkarak böyle bir isim geldi aklıma.Açıkçası çok da düşünmedim isim konusunda.Birkaç saatte konulmuş bir isimden çok da fazla birşey beklememek gerek dimi:) 
         Peki ya masiderya'nın açılımı?
     Hayatımın anahtar kelimelerini yazdım önce bir kağıda.Daha çok,beni yazmaya sevk eden şeyleri seçtim içinden.Hepsinden bir tutam aldım ve ortaya böyle birşey çıktı işte.
      Masidherya'nın her bir hecesinin ayrı bir açılımı var yani.(yoo yoo siyasi açılım falan değil kastettiğim canım:)  ) Tam olarak hece hece ayrılıyor da denemez.Bazı heceler 2 ayrı sözcüğün parçaları yani.Her bir hece birden fazla anahtar kelimenin temsilcisi aslında.Ama bunları ayrı ayrı söylemeyeceğim.E bu kadarı da bana kalsın desem çok görmezsiniz herhalde:)
     Yeni sayfamı beğenmişsinizdir umarım.Dediğim gibi,detayları düşünmeden açtım bu blogu.Önerilerde bulunursanız memnun olurum.
                                                 Görüşmek üzere,şimdilik bu kadar...
      

Neden blogspotta yazmaya başladım?


   Windows live space'de başladığım yazma serüvenine bundan sonra burda devam edeceğim.Live space'de yaşadığım birtakım sorunlar nedeniyle, bir de blogger'da yazmayı deneyeyim dedim arkadaşlar..
       Mâlum; yazmak için fazla vaktim yok,cümlelerim uzun ve söyleyeceklerim çok:)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...