Haritanın En Ücrâ Köşesi...

...Masidherya diye bir yer

30 Eylül 2010 Perşembe

Maksim Gorki \ Çocukluğum

       Uzun zamandır hiç okuduğum kitaplardan bahsetmediğimi farkettim.Geçen bu zamanda birsürü değişik kategoride kitaplar okudum.Bunlardan birçoğunu da pek beğenmedim.Ama onlardan sözetmeyeceğim.Konu kitap olunca negatif eleştiri yapmaya kıyamıyorum çünkü.Bir konuyu bütün olarak ele alıp yazmanın ne kadar çaba gerektirdiğini bildiğim için olsa gerek...Bunun dışında ,bir sağlıkla ilgili tüm meslek dallarının mensuplarına bir de yazarlara (ne yazarı olduğu farketmez ) karşı özel bir saygım var çocukluğumdan beri nedense.İyi yada kötü ne olursa olsun bir şeyler yazmış sonuçta.Birçok kişinin hazır olanı okumaya bile üşendiği bu dünyada o kalkmış zaman ayırmış,düşünmüş,yazmış...Dahası cesaret edip paylaşmış.Bu önemli birşey bence.Neyse, bu yüzden sadece beğendiklerimden bahsedeceğim.
       

       Bu kitabı kuzenim için almıştım aslında.Çocuklukla ergenliğe geçiş arasındaki yaşlarda olduğu için ne alacağımı pek bilmediğimden klasiklerden alayım demiştim.Sonra çekmecelerden birinde öylece kalmış kuzenime verememiştim.Tekrar elime geçince okuyayım dedim.İyiki de okumuşum.Hem benim için hem de kuzenim için çok iyi olmuş.Daha önce hiç Gorki okumamıştım.Tarzını beğendim.
       Çocukluğum,Gorki'nin özyaşam üçlemesinin ilk eseriymiş.Bir insanın böyle bir çocukluk yaşamış olduğunu bilmek çok hazin.Acı dolu bir hayat için tüm enstrümanlar mevcut.Ama yazar bu hayatı "acıların çocuğu" edasıyla anlatmamış.( Öyle olsa klasik olamazdı herhalde :) ) Bunun yerine bol kasvetli dünyasında kendine farklı meşgaleler edinmeye çalışmış.Kalemiyle herşeyle dalga geçmiş biraz.Birşeye,duruma veya olaya normalde kurulması zor ( tabi benim bakış açımdan zor,onun için zor olmasa gerek )benzerlikler,yakıştırmalar yapmayı kendine eğlence edinmiş sanki..Yaşadıklarını bu şekilde hafifleştirmeye çalışmış belki de. 
       Kitaptaki-yani malesef yazarın hayatındaki- tüm karakterler kötü neredeyse.Bol bol iç karartıcı olay var yani.Bu yüzden kuzenime vermemem isabetli olmuş dedim.Ama hüznü uzak durulması gereken birşey olarak görmediğim için, bu durum kitabı okumama yada beğenmeme engel olmadı.Hikayenin detaylarına girmeden ilgimi çeken şeylere değineyim biraz da.
       Rusça çok farklı dilmiş onu öğrendim.Şöyle ki; bir özel isim kitap boyunca türlü türlü karşımıza çıkıyor.Mesela "Varyuşa"  Varvara isminin kısaltılmış haliymiş.Harf sayısı aynı olduğu halde nasıl kısaltma oluyorsa..He bir de "Varya" vardı.Aynı ismin daha kaç tane söylenişi vardı hatırlamıyorum.Bir diğeri ; "Lyonya" ve "Lyonka" Aleksey'in kısaltılmışı oluyormuş."Leksey" de öyle.."Alyoşka" da sevimli hale getirilmiş şekliymiş. "Lekseyciğim" anlamında yani.Başta tuhaf geliyor ama sonra hikayenin akışına göre dipnottaki açıklamaya bakmaya bile gerek kalmıyor,anlaşılıyor hikayenin gidişhatından.
       Bir diğer bahsetmek istediğim de yazarın benzetmeleri.O kadar tuhaf benzetmeleri var ki...Kitabı böylesine okunur yapan da yazarın o benzersiz üslubu zaten.Rastgele bulduklarımdan birkaçını da yazayım fikir sahibi olmanız açısından.

   "Slav harflerinin şekillerinin bu kelimelerin anlamıyla hiçbir ilgisi yoktu.Zemliya harfi solucana,Glagol sırtı hafif kambur Grigoriy Usta'ya benziyoru."Ya" harfi ninemle bana benziyordu.Dedemin,alfabenin az çok bütün harfleriyle benzerliği vardı."      

       Slav alfabesinde de bir harf tek başına bir kelime anlamı taşıyabiliyormuş anladığım kadarıyla.Alfabeyi öğrenirken bir tür fotografik hafıza tekniği geliştirmiş kendince :) Ama amacı akılda kalmasını kolaylaştırmak değil de ti'ye almak.Aradaki fark bu ! Harflerin şekillerine göre kişilere benzetme kısmını anladım da,her harfle benzerliği olan dedeyi gözümde canlandıramadım :)
       Bir de portre tarifi ;


   "Yüzü yağlı ve cıvıktı,sanki eriyip yağının içinde yüzer gibiydi.Gülümsediği zaman kalın dudakları sağ yanağına doğru kayıyor,küçük burnu ise tabaktaki mantı gibi sallanıyor,iri,dik kulaklarını tuhaf bir şekilde oynatıyordu.Eğer isterse,burnunu avuçlarıyla olduğu gibi,kulaklarıyla da kapatabileceğe benziyordu...."


        Daha kötüleri de var :)


   " Tıpkı eski bir çitin çürümüş kazığına benziyordu.Kemikli yuvalarından fırlamış gözleri,yüzüne görünmeyen ipliklerle iliştirilmişti sanki.Onları ustalıkla döndürüyor,her şeyi hemen görüp farkediyordu.Tanrı hakkında konuştuğunda gözlerini tavana dikiyor,gündelik işlerden bahsederken bakışları aşağı doğru iniyordu.Kaşları sanki kepekten yapılıp yüzüne yapıştırılmış gibiydi.Gülünç bir şekilde elini büküp,küçük parmağını havaya dikerek,ağzına sokuşturduğu herşeyi kocaman dişleriyle ısırıyordu..."


       Yazarın güzel olarak betimlediği bir tek kişi var kitapta.O da annesi.Benzetmeler sadece kişi tasvirleriyle sınırlı değil tabi.Örneğin birinin o an konuşurken sesini kaynayan suyun fokurdamasına benzetmesi
       Özetle hem yazarın değişik betimlemeleriyle,hem de çarpıcı yaşam öyküsüyle hiç sıkılmadan bitirmiştim bu kitabı.Eğer değişik hayat hikayeleri ya da anlatış tarzları size ilgi çekici geliyorsa sıkılmadan okuyabileceğiniz bir kitap derim.Kpss'ye çalışırken çok sıkıldığım zamanlarda ara vermek için birebirdi.Duygusal olarak yorsa da zihnen yormadı.
       Okuduklarımdan zamanım oldukça bahsetmeye devam edeceğim.Şimdilik bu kadar.
                                                                                                                                

Adnan Bey'in Yalısı :)

       Ayşegül'le birlikte yaz bitmeden bir kez daha buluşup güzel bir gün geçirelim diye konuşmuştuk.Sağolsun kendisi incelik edip doğumgünüme denk gelsin istedi.Öyle de yaptık.Yola Emirgân Korusu'na gitme niyetiyle çıktık.Topkapı,Kabataş gayet güzel gidiyorduk da.Sonra Ayşegül "buraya kadar gelmişken Adnan beyin yalısını da görelim olur mu?" dedi.Dedim neden olmasın? Tabi ben ne yalıyı biliyorum ne diziyi izledim.Konuyla ilgili hiçbir fikrim yok.Neyse önce Emirgân'a gideriz.Ordan da artık bir şekilde bulup yalıya gideriz dedik.


       Otobüste Ayşegül'ün yanında oturan tam bir İstanbul'lu,tüm ömrü İstanbul'da geçmiş teyzeyle muhabbet etmeye başladık derken.Konuşurken yalıyı da sormuş bizimki teyzeye.Teyze yalıyı biliyormuş.Ben otobüsün kapısının camından fotoğraf çekip dururken tarif etmiş Ayşegül'e.Ben olsam hayatta soramazdım herhalde böyle birşeyi birine.Olabilir tabi ama tuhaf,biraz da komik bence.Gerçi ne tuhaflıklar yaşamadık ki:)Bu yanında hiç kalacak cinsten...


       Emirgân'dan baya bi ilerdeymiş ama.Son durağa sadece 6 durak kalmıştı.Neyse zaten yol üzerinde,kolayca bulduk.Ayşegül'de bir heyecan ki sormayın.Sanki kapıyı çalsak Behlül açacak o biçim :)  Önce yalının karşısındaki sahil kenarındaki banklardan birinde fotoğraf çekildik. Ayşegül talimat veriyor "Behlül'ün odasının balkonunu da alıyorsun dimi? " İlk defa görmüşüm yalıyı,ne bileyim nerde odası,nerde balkon.Ama öğrendim işte arkadaş hatrına :)


       Bu arada bu kadar sözü edilmesine,çevremde de çok fazla izlenmesine rağmen bir kere bile diziyi izlemediğime ben bile şaşıyorum.Nasıl olduysa bir şekilde çok itici geldi bana ve reklamlarda rastladığım fragmanlarına bile gözatmadım.Zaten çok az tv izlenir bizim evde.İyidir yada kötüdür bilemem ama her nedense itici geldi işte.Bir ara netten bakarım dedim ama o "bir ara" gelmedi daha.Ordan burdan duyduklarımla konusunu kabataslak biliyorum tabi.


       Neyse,benim söylemek istediğim başka birşey aslında.Diziyi izlemediğim için yalı benim için hiçbirşey ifade etmiyor.Ama o yalının çok fazla hüzünlü bi atmosferi var bence.Yeryüzünde her mekanın farklı bir enerjisi olduğuna inanıyorum.Ki böyle düşünen sadece ben değilim herhalde:) Bu yalı bana hiç iyi hissettirmedi,tuhaf bir hüzün geldi yerleşti içime yanındayken.Halbuki biraz öncesinde Ayşegül'e "fazla yaklaşmasak mı acaba,Bihter'in ruhu ordadır hâlâ belki he" demiştim gülerek.Ama sahiden yalıda yoğun bi hüzün enerjisi vardı bence,bana öyle hissettirdi yani.Şimdi çektiğim resimlere bakarken öyle hissetmiyorum, bu his tamamen mekânla alakalıydı.


       Dönüş için otobüs beklerken yalının kapısı açıldı.Görevli gazelleri süpürmüş çöpe götürüyordu.Ayşegül bi cesaret belki bahçede de resim çektirebiliriz diye izin istedi.Tabi izin vermedi.Ama "bedava değil parayla.." dedi sonra.Espri yaptı belki ama sanki para teklif etsek izin verecekmiş gibi geldi bize.Tabi biz böyle bir anlaşmayı yakıştıramadık kendimize.Yasaksa yasaktır.O anda otobüs de geldi.Ama aklıma takıldı adamın ciddi mi olduğu yoksa espri mi yaptığı.İçeri girmek isteyen ben olmadığım halde sinir oldum adama!  


      Yolda geçen uzun zamanlar otobüs sahil boyu gittiği için sıkıcı gelmedi.Sarıyer sahili hala dibi görülebilecek kadar temiz."İlçemize sahip çıkalım" sloganı vardı minübüslerde falan.Bence de yani,bi zahmet...İşte yakından kıyı :



       Emirgân Korusu'nda çok zaman geçiremedik haliyle yolda o kadar zaman geçirince.Ama yine de çok güzeldi.Bir tane sincap bile gördük.Yanımızdan hızla geçti.Ağaca tırmandığında resmini çekmeye çalıştım ama fotoğraf makinesini cebimden çıkarıp açana kadar yukarı dallara tırmandı.Yine de resmini çektim ama hiç belli olmuyor malesef.Lütfen ortaya çıkıp bana bi poz ver diye ısrar ettiysem de işe yaramadı :( 200'e yakın fotoğraf çekmişim.Dışarı gezmek için çıkmışsam eğer 100'den az fotoğraf çektiğimde hiç çekmemiş sayıyorum.200 ise vasat.Çok olunca seçmesi zor oldu ama birkaçını ekleyeyim.(Resimlerin üzerlerine tıklayınca büyük hallerini görebilirsiniz)








       Bu defa ricam işe yaradı.Bana yan profilden bi poz verdi yukarıdaki şirin :)


       Burada abartısız saatlerce kalıp suyun sesini dinleyebilirdim...Dinleyebilseydim...








       Özellikle son iki manzaranın karşısında "Bugün bulutlar bile bir başka güzel,güneş bile..." dememek mümkün mü ? 

29 Eylül 2010 Çarşamba

Doğumgünüm



       Dün doğumgünümdü.Hemen hemen hepiniz hatırladınız sevgili dostlarım,kardeşlerim vs..Sağolun varolun.Telefon operatörümden,hiç alışveriş yapmayıp sadece fiyat araştırması yaptığım bir-iki alışveriş sitesinden,bir sürü forumdan da otomatik mesajlar aldım.Benim gibi doğumgünlerini hatırlama konusunda pek iyi olmayan biri için fazlaydı bile :)


       Sadece doğum yıldönümüm olduğu için bir yaş daha büyüdüm diye sevinmek yada ters bakış açısından bir yaş daha yaşlandım,ömrümden bir yıl daha gitti diye üzülmek bana oldukça uzak duygular.Bu sebeple doğumgünlerini fazla önemseyemiyorum malesef.Bu doğumgünümde de pek farklı hissetmedim yani.Hâlâ genç olduğum içindir belki bilemiyorum...Hatırlanmak ayrı birşey ama.Bu yüzden doğumgünümü kutlamanız değerliydi benim için bunu da belirteyim.


       Yaş kavramı,ya da gençlik-yaşlılık kavramları sadece sayısal şeyler değil bunu daha iyi anlıyorum zamanla.Yoksa nasıl açıklanabilirdi ki benim bugün kendimi 3 yıl öncesine göre daha genç hissedebilmem :) Aslında genç tam olarak uygun tanım değil..Ama nasıl tanımlayacağımı bilemiyorum şuan.Liseden mezun olduğum zamanlarda ; "Olgunlaşmakmış...Şuan hayatı olduğu gibi algılayabilme kapasitesine ulaştığımı düşünüyorum.Kararlarımdan yeterince eminim.Daha fazlası nasıl olabilir ki?" gibi şeyler söylediğimi hatırlıyorum.Kararlarım konusunda yanılmadım.O zamanlar şimdikinden bile daha fazla kararlarına güvenen biriydim hatta.Ve çok şükür beni yanıltmayan kararlardı bunlar.


       Ama hayatı anlamak...İşte burda fena halde yanılmışım.Belki geçen zamanla birlikte değişen biyolojik durumumuzla,belki hergün artan yaşanmışlıklarımızla,okuduklarımızla,gördüklerimizle,duyduklarımızla belki de hepsiyle alakalı...Her geçen gün hayatın değişik bir yönünü farketmek,daha önce hiç düşünmediğin  birşeyi düşünmek,ya da hiç deneyimlemediğin birşeyi hissetmek; eğer olgunlaşmak buysa güzelmiş...Her geçen gün daha bir "kendin olmak" güzelmiş...Böyle bakınca, her gün birşeyler ekliyoruz kendimize,hatta her an..Ya da hergün biraz daha eksiliyor ömrümüzden,hatta her an.Yani ben farkındalığımın arttığını hissettiğim herhangi bir zamanda sevinebiliyorum.Aynı şekilde yaşlandığımı hissettiğim herhangi bir zamanda da üzülebiliyorum.Bunlar doğumgünlerine has duygular değil benim için.Tam da bu yüzden doğumgünü de diğer günlerden biri gibi geliyor bana.Sadece bir eşikten daha geçmek gibi...Hayatın koşturmacası içinde bir an durup "bundan bilmem kaç yıl önce bugün,şu saatlerde dünyaya gelmişim" demek güzel...Ama bundan daha fazlasını hissedemiyorum :)


       Bazılarınız tarafından "duygusuz" olarak nitelendirilmekten rahatsız olduğumdan değil de,ne düşündüğümün biraz olsun anlaşılmasını istediğimden açıklama gereği duydum bunları...Belki sahiden duygusuzumdur...İnce ruhlu değilimdir...Ama nasıl biri olursam olayım hayatım boyunca yanımda olun olur mu :) O zaman daha güzel,daha anlamlı,daha katlanılabilir olur hayat.


        

Benim Enteresan "Gökyüzü"lerim


       Daha önce rüyalarımda ancak rüyalarda görülebilecek cinsten muhteşem denizlerim olduğundan bahsetmiştim sanırım.Rüyayı gören sadece ben olduğum için 
" denizlerim" demekte bi sakınca görmüyorum :) Bu benzersiz deniz rüyalarımı denize olan yoğun sevgime veya uzun süredir deniz görmeyişim nedeniyle girdiğim iç krizlere yoruyordum.Belli bir süre deniz göremezsem eğer; şehir merkezinde bi cadde kenarında yürürken bile ufka bakıp orada deniz olduğunu hayal edecek kadar, yokuş aşağıya inen her sokağın sonunda sahile varacağımı düşünüp kendimi avutacak kadar çok seviyorum denizi.





       Şimdilerdeki durum ise yeni.Son zamanlarda yine sadece rüyalarda görülebilecek cinsten enteresan birkaç gökyüzüm oldu.Öyle böyle değil ama...Rüyalarımı anlatmayı pek sevmem.Zaten en fazla kıt benzetmeler olur yapabileceğim.Hee bir de iyiye yorulması lazım tabi.Gerçi ben gelecekle ilgili hiçbirşeye yormam,geleceğe dair anlamlar çıkarmaya çalışmam genelde.(İnanmadığımdan değil,ama o tür rüyalar milyonda bir anca olur bence)Rüya tabirleri kitaplarını da sevmem.Ama rüyaların o anki ruhsal durumumuzla ilgisi olduğuna derinden inanıyorum.İşte bu yüzden diyorum ki; hani eğer denize olan özlemim nedeniyle denizle ilgili rüyalar görüyorsam eğer,şimdilerde de gökyüzü eksikliği çekiyor olabilir miyim :) Ya da gökyüzünü eskisinden daha çok mu sever oldum acaba ?
  
       Yerçekiminden sıkılmış , biraz da gök aleminin hafifliğinde yaşamak istiyor da olabilirim.Bilmiyorum...Sebebi her neyse bilemiyorum ama artık gökyüzüne daha çok bakmaya karar verdim.Karşıdan karşıya geçerken yada kalabalık mekânlarda yapmazsam sorun olmaz herhalde değil mi :)Bugün İstanbul'da hava muhteşemdi...Herşey muhteşemdi.Bugünden daha sonra bahsedeceğim.(Resmi olarak dün oluyor tabi an itibariyle ) Şimdi önemli bir isteğim var.Onu da iletip sonlandıracağım bu tuhaf yazımı da.


       Çok kıymetli bilim adamları ! Lütfen artık icat edin şu rüya kaydetme cihazını.Benim unuttuğum kısımlarıyla birlikte tekrar tekrar izlemek istediğim rüyalarım var.Çok güzel bilim kurgu filmi bile olabilirler :) Siz neleri buldunuz ,bunu mu yapamayacaksınız...Hem çok da satar -tabi makul bir fiyata verirseniz- emin olun. (Bilim adamları da böyle bir iki sözle gaza gelir zaten.Benim blogumu okuduklarından ise hiç şüphem yok :) Ricam da olabildiğince mâkul,geriye sadece beklemek kalıyor :)


       O zamana kadar planetaryumlarla idare ederek devam edeyim gökyüzü maceralarıma diyeceğim ama ülkemizde planetaryum da yok ki hâlâ...En iyisi biz de yukarıdaki enfes parçayı dinleyip bi 5 dakika gökyüzü molası verelim dedim.Bilenler biliyorlar zaten,ilk defa dinleyenleriniz de beğenmiştir umarım.Ne tür bir gökyüzü hikayesinden bahsediyor hiç bilmiyorum ama ben çok seviyorum bu şarkıyı...Ve tabi hatırlattıklarını :)

19 Eylül 2010 Pazar

Fotoğraf Makinesi Alma Serüvenim

       Fotoğraf makinesi almaya karar vermeden önce sorsalar "bir iki modeli incelersin,hangisi ihtiyaçlarını karşılıyor ve bütçene uyuyorsa onu alırsın işte" der geçerdim herhalde.Ama gel gör ki öyle olmuyormuş,olamıyormuş...Bir fotoğraf makinesinin çok fazla bileşeni,kalitesini belirleyen çok fazla etken varmış.

 
       İlk makinem laptopumun yanında verilen hediye çekiyle aldığım orite marka çok fonksiyonlu makineydi.Bu makineyi neredeyse hiç kullanamadım çeşitli sorunları nedeniyle.Ama bana öğrettiği çok önemli bi'şey var.(pozitivistliğin bu kadarı :) )O da son model olan ürünün her zaman önceki modellerden daha iyi olmadığı! Babamın orite marka makinesini beğendiğim için almıştım ama sonuç tam bir fiyasko!

       Derken birgün Elif'çiğimin canon'uyla tanıştım.Canon A590 IS.Resmen tek elle,üstelik yürümeye devam ederken bile süper resimler çekilebilen şahane birşey bu :) Elimden bırakmayıp,gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekmek isteyeceğim kadar çok sevdim bu makineyi.Birgün fotoğraf makinesi alacaksam kesinlikle bu model olmalı demiştim o gün.Ama bu model artık üretilmiyormuş ,piyasada olanlar da fiyat olarak çok daha üst modellerinden bile pahalıydı.Yani benim bütçemi aşıyordu.Mecburen benzer modelleri incelemeye başladım.Farklı markaları da tabi...

       Her zaman yenisini alabileceğim bir şey değil ve zaten kullanılmaz durumda bir fotoğraf makinem de var.Bir ikincisine hiç gerek yok yani...Bu yüzden iyi düşünmem lazım anlayacağınız. Araştırmaya başlamadan önce vizör ne demek onu bile bilmiyordum.
Ordan-burdan okuduğum şeylerle, kaç megapixel olduğuna ve bir de iso değerine bakmakla başladım işe.Sonra devam ettim araştırmaya; İso ne demek,ne işe yarar; noise nedir,neden olur; sensör,odak uzaklığı,diyafram,enstantane hızı ne kadar olmalıdır gibi bir sürü şey...Hepsi hakkında az-çok fikir sahibi olunca kıyaslama kısmına geçtim nihayet.

       Çoğu alışveriş sitesinde yeterli bilgi yok malesef.Yok şu kadar zoom,şu kadar pixel,şu kadar inç ekran,hepsi bu..Ya da ürünün kendi sitesinden kopyala yapıştır yapılmış uzun süslü cümleler...Ürünün menşei ne onu bile belirtmemişler.Malum;marka örneğin canon olabilir ama,bazıları Malezya, bazıları Tayvan,bazıları Çin,bazıları Japon üretimi..Sadece fotozeynep web sitesinde ürünlerinin menşeinin ne olduğu bilgisine yer vermiş.

       "Ne yani! Fırından ekmek alır gibi fotoğraf makinesi almamızı mı bekliyor bunlar bizden"diye sitem ettim önce.Kaldı ki biz çoğunluğu ekmeği bile seçerek alan bir milletiz malesef:) Sonra düşününce sahiden sebebinin bu olabileceğine inanmaya başladım.Konu ekmek olunca en az bir dakika bayat mı acaba diye tereddüt eden insanlar;elektronik ürünlere gelince şaşırtıcı bir şekilde bi' rengine,bi' boyutuna bir de fiyatına bakıp alabiliyorlar.Hele üzerinde "yüzde şu kadar indirim" etiketi varsa,yada bu ürün bir discount marketin spot olarak getirttiği ürünler listesindeyse,başka bir ürüne bakmaya bile gerek yok,alınmıştır ! Tabi ki bu herkes için geçerli bir genelleme olamaz.Ama kapsadığı kitle hiç de azımsanmayacak kadar geniş bence.

       Diyebilirsiniz ki "sana ne kardeşim?İsteyen senin gibi didik didik araştırarak alır,isteyen bi bakar alır."Evet,doğrudur.Üstelik o aldığı üründen,benim o kadar araştırarak aldığım üründen daha çok memnun da kalabilir.Ya da parası çoktur,beğenmezse kullanmadan çöpe de atabilir.Bu kısmı beni ilgilendirmez.Beni ilgilendiren şu ki ; satıcı konumundakilerin,herkesten bu bahsettiğim tüketici grubuna dahil olmalarını beklememeleri ! İki sorudan fazla bilgi almak isteyenlere;çokbilmiş,ukala,hatta ucube muamelesi yapıp,"bilmiyorum,beğenmezsen alma,sanki daire alıyorsun alt tarafı fotoğraf makinesi..." deme küstahlığında bulunmamaları !

       Gerçi ben bu araştırmaları online olarak yaptığım için,en fazla mailime cevap vermemek oldu karşılıkları.Ama bir mağazaya gidip sorsaydım, "film mi çekeceksin de bu kadar inceliyorsun" gibi bir karşılık almam işten bile değil biliyorum.Hani yüzüme demeseler içinden derler muhakkak.Bir defa evkur'da sorayım dedim.Daha ilk soruda cevap veremeyince vazgeçtim başka birşey daha sormaktan.

       Web mağazalarının da durumu çok farklı değil gerçi.Garanti ve ürünün ne malı olduğu hakkında kaç tanesine soru sordum hatırlamıyorum bile.Güya iletişim adresleri,müşteri hizmetleri,online destek hatları var hepsinin.Sadece hızlıal ve hepsiburada'dan soruma cevap geldi. Bence en önemli bilgi kaynağı ne online alışveriş siteleri,ne de firmaların kendi siteleri.En çok şey öğrendiğim yer kesinlikle forumlar ve de bazı inceleme siteleri.Özellikle forumlarda,makinelerle çeşitli ortam ve ışık şartlarında çektikleri fotoğrafları paylaşmışlar,ki bu kıyaslamada çok yardımcı oldu.

       Hangi markanın lensleri yada diğer aksamı daha kaliteli,hangisi daha iyi sonuçlar veriyor,hangisi daha uzun ömürlü; bunları herkes farklı yorumlamış gerçi.Birinin çok iyi dediğinin diğeri yerden yere vurmuş.Bu yüzden fotoğrafları inceledim daha çok.Fotoğrafları incelerken gördüm ki kullanılan iso çoğunda 200 bile değil.Çözünürlük hemen hemen hepsinde aynı...Böylece afâki iso hassasiyetinin ve kaç mp olduğu gibi değerlerin de tek başlarına birşey ifade etmediklerini öğrenmiş oldum.

       Bunca araştırmadan sonra bile,hangisinin daha iyi olduğuna dair elle tutulur bir sonuca varamamış olmak tam bir hayalkırıklığı...Ama önemli birşeyi farkettim bu araştırma sırasında ; Eğer fotoğraf çekmeyi sadece gülümseyen yüzünüzün iyi çıkması, ya da gezdiğiniz dağ-tepe-deniz hatıraları olmanın ötesinde bir eylem olarak görüyorsanız,asla amatör olarak kalmak istemeyeceğiniz gerçeğini ...Profesyonel olmak gibi bir isteğim ya da niyetim yok ama,iyi fotoğraflar çekip,hayattan olabildiğince çok güzel kareler yakalamak istiyorum :) Amatörce de olsa,değişik çekim tekniklerini deneyip farklı sonuçlar almak hoş olsa gerek..

       Tüm bunları göz önünde bulundurursak,şöyle kocaman objektifi olan bi SRL makine almaya karar verdim önce :) Tabi ki çok sonrası için şimdi değil.Şimdiye gelirsek; canon'un o çok beğendiğim modelinden fiyatı yüzünden vazgeçtim.Diğer A serisi compactlar da hiçbir manuel ayara izin vermiyordu.(A590 IS'te diyafram ve çekim hızı öncelikli çekim yapmak mümkün)Tam amatör işi yani.Madem amatör cihaz olacak,şimdilik idare edecek uygun birşey olsun dedim.Çekimlerini beğendiğim en uygun model fujifilm AV100 oldu.Hepsiburada'da biraz da indirimli olduğu için oradan aldım.Şöyle bi'şey ;
       Karar vermek,ne alacağını bulmak güzel tabi.Siparişi verince artık bitti sanıyordum.Ama bitmemiş malesef.Haftasonuydu,yoğunluktu falan derken kargolanma süresi uzadı.Neyse baktım kargoya verilmiş.İlk gün bekledim,transfer merkezinde kaldı gelemedi.İkinci gün semtteki şubeye gelmiş,araç dağıtıma çıkmış görünüyor ama ne gelen var ne giden.Evim de kargo şubesine yürüyerek 5-6 dakika mesafede.Arıyorum "ürün dağıtımda,dağıtımlar akşam 8'e kadar sürecek evde bekleyin" deniliyor.Mutlaka evde olmam lazımmış,çünkü hepsiburada'nın siparişleri ancak kapıdan teslim edilebiliyormuş,sonra şubeye gitsem de şubeden veremezlermiş. 2. gün de bekleyerek geçti.Ertesi gün baktım ki; utanmadan "alıcı adreste bulunamadı,pusula bırakıldı" yazmışlar sipariş takip sayfasına.

       Şubeyi aradım tekrar."Bugün mutlaka gelir,ama dağıtıma kaçta çıkılacağı belli değil.İsterseniz gelin şubeden alın"dedi dün "illa evde olman lazım" diyen görevli.Bir günde kurallar da değişebiliyormuş,bunu da öğrendim !Bekler miyim hiç,hemen gittim.Ben ürünü teslim alırken dağıtıma çıkan kurye içerden çıkıp "Etikette sokak numaranız bir rakam eksik yazıldığı için adresi bulamadım ben dün" demez mi ! Telefon numaram var tabi ki.Ama aramaya zahmet eden kim ? Çok kısa bir sürede o kadar fazla şey söylemek geçti ki o kuryeye içimden..."Madem adresi bulamadın,o pusulayı nereye yapıştırdın o zaman" gibi masum(!) şeyler... Ama tartışmanın zaman kaybından öteye geçemeyeceğini düşünüp vazgeçtim.O sinirle sadece ürünü kontrol edip, alıp geldim eve.

       Bitti demek isterdim ama bitmedi malesef ! Kardeşimin makineyi incelerken "abla faturası nerde bunun?" diye sormasıyla birlikte bi sorunumuz daha oldu uğraşacak.Kargo şubesinde unutmuş olmayı isterdim ama öyle değil. HEPSİBURADA resmen göndermemiş faturayı.Durumu bildirdim ama cevap vermediler henüz.Göndereceklerinden hiç ümidim de yok.Böylece ürünüm daha ilk günden garantisiz kalmış oldu.Çünkü garanti sadece faturayla birlikte geçerliymiş.Sipariş aşamasında mailime faturanın bir kopyasını göndermişlerdi ama servise vermeye kalksam kesin bi kulp bulurlar ona da...

       Böylece hem yurtiçi kargodan,hem de hepsiburadadan da illallah etmiş oldum.Makinemin 2 günde bozulmaması,markasının sahte çıkmaması,gerçekten fotoğraf çekebilmesi,tripot takmak için yuvası olması gibi sebepler bulup avutuyorum kendimi :) Oldu olacak kısaca ürün hakkındaki fikirlerimden de bahsedeyim kısaca.Zaten yine uzayacağı kadar uzadı yazı.

       Beklentilerimi çok yüksek tutmamaya çalıştığım için üründen memnun kaldım genel olarak.Pil tüketimi normal.Çekimler gayet güzel.Ama sarsıntı önleme fonksiyonu canon kadar güçlü değil sanırım.Ne kadar az titretirsem çekimler o kadar iyi oluyor.Gece modu çok iyi değil.Ama gece modunda değil de otomatik modda çekersem az ışıkta bile çok iyi sonuçlar alabiliyorum.Ev içi ya da kapalı alan çekimleri gayet güzel.Açık alandaysa çok çok iyi.Araçla giderken çektiğim resimlerde de sonuç güzel.HD video çekimi normal çekimlerden daha iyi evet ama HD diye çok fazla birşey de beklememek lazım.Nihayetinde fotoğraf makinesi.Benzeri canon modellerinin yarı fiyatına aldığımı da göz önünde bulundurarak iyi ki almışım diyebiliyorum çok rahat...

       Bu kadar çok çaba ve sorundan sonra memnun da kalmasaydım ne yapardım bilmiyorum."Serüven" dediğim kadar varmış dimi :) Bu ülkede bilinçli tüketici olmak mı? Zor !!!



18 Eylül 2010 Cumartesi

Olmuş mu ?

       Önceleri gerçekten faydaları olabileceğini düşündüğüm için başladı doğal taş merakım.Sonra sadece doğal oldukları için sevmeye başladım.Her birinin diğerinden farklı oluşu beni en çok cezbeden...Normalde takı takmayı pek sevmem.Ama doğal taşlarla ilgilenmeye başladıktan sonra yapmayı bile sever oldum.Gerçi hâlâ çok acemiyim ama uğraştıkça daha iyi olacak gibi:) 
      
      Çok sık uğraşıyorum diyemem takı yapmakla.Son yaptıklarımsa bunlar ;



        Bunlar tel kullanarak yaptığım ilk denemeler.Bağlantıları kıvırmaya alışma denemeleri...





        Üstteki ametist ve pembe kuvars,alttaki ise turkuaz...




        Bunda çiçekleri birbirinden ayrı yapmayı istemiştim aslında.ama düzgün ayarlayamadığım için böyle oldu.Bozmaya da kıyamadım.Kullandığım taş ise sedef...





        Ortadaki yıldız taşı.Çocukken babam almıştı yıldız taşından bir bileklik.Adını bilmiyordum o zamanlar tabi.Güneş ışığında, bir de ıslanınca nasıl da parladığını izler dururdum dakikalarca.Sonra kopup dağılmış ve kaybolmuştu.Çok üzülmüştüm tabi.Yıllar sonra tekrar rastladığımda yıldız taşına ne kadar sevindim anlatamam...Bir de lacivert rengi var ki o da çok hoş...




        Bunları da dün yaptım.En soldakinin ortasındaki mercan,siyahlar oniks,diğer kırmızılar lâl.Böyle çok sade gibi oldu,bir de şöyle denedim ;






       Resimde görünmüyor pek ama sağdakine de aşağıdaki boncuklu halkaları ekledim




        Bu boncukların da çocukluğuma uzanan bir hikâyesi var aslında.Annemin bi hırkası vardı,üzerinde bu boncuklardan işleme çiçeği olan...İlk gördüğümde bunlar benim olmalı dedim :) Tabi ben istiyorum diye hırkanın işlemesini sökecek halimiz yok,sabırla hırkanın eskimesini bekledim çaresiz.Şimdi olsa gider bi tuhafiyeden yada ıvır-zıvırcıdan istediğim kadar boncuk alırım,ama o çocuk halimle aklıma gelmedi işte:) Uzun süredir varlığını bile unutmuştum.Tekrar elime geçince bu şekilde kullanmak geldi aklıma.Gerçi halkalara dizmek baya zor oldu. 

       Son olarak bir de toplu hatıra resmi :)





















15 Eylül 2010 Çarşamba

Simetri Hastalığının Sonu

       Bu kısa filmi Lacerem facebookta paylaşmış.E ben de facebook kullanmadığım için bloga koyayım dedim.Sanki kendimi izliyormuş gibi izledim her seferinde :) Yok çok şükür şimdi öyle bir sorunum.Ama en başında kendime göre önlemler alıp önüne geçmeseydim böyle olmam işten bile değildi.Düzenli olmayı hobi derecesinde seviyorsanız,alışveriş için gittiğiniz markette rafları düzenleme,hizaya sokma ve de boşlukları doldurma gibi eğilimleriniz varsa,ne bileyim dolapların kapaklarının kısa süre için bile olsa açık kalması sizi gereğinden fazla rahatsız ediyorsa, kendinize çeki düzen vermenin tam vaktidir derim.
     Şimdi o düzenli kızdan hiç eser kalmadı diyebilirim.Dağınıklığın da kendine göre bi çekiciliği varmış :) Hayat zaten yeterince tekdüze.Bir şeyler de olması gerektiği gibi olmayıversin dimi ama?


   (Müco'ya not: olur da okuyup kendine pay çıkarmayasın diye...Koltukların üzerine attığın giysilerin bunun tamamen dışında ! )
      
       Neyse çok uzattım yine.Videoyu izleyelim,altına da Lacerem'le  yorumlar üzerinden yaptığımız yazışmayı ekleyeceğim.





       Ben : Canım daha dün gece uyuyamadıkça evin eğiminin arttığından şüphelenip babamın eğimölçeri nerdedir diye düşünüyordum.İsabet oldu:)
      Lacerem : Bizde de var bi tane bulamadıysan


          Lacerem hanım siz hastalarınıza da böyle yol gösterirseniz işimiz var senle :) 


      Bu arada evin eğimiyle olan derdim tamamen uykusuzluğumla alakalıydı.Ama bu animasyondaki amcaya duyduğum sempatiye bakılırsa,bu konuda hala bi potansiyelim var mı acaba diye düşünmeden de edemedim.Bu yüzden diyorum ki ; Yaşasın düzensizlik !!!

11 Eylül 2010 Cumartesi

Referandum mu,Komedi mi,Güç Savaşı mı ?



En baştan söyleyeyim bu ne bir "evet" yazısıdır ne de "hayır".
   
    Bugüne kadar yerel seçimler hariç hiçbir partiye oy verebilmiş değilim.Oy verecek kadar,ve verdiğim oydan ileride pişmanlık duymayacağıma inanacak kadar güven vermedi bana hiçbir parti şimdiye kadar.Doğrusu merak etmişimdir;bir siyasi lidere koşulsuz güvenmek; sen günlük hayatını yaşarken,kişisel sorunların ve işlerinle uğraşırken,eğlenirken,dinlenirken;birilerinin senin huzurun için,ülkenin daha iyi bir geleceği olması için çalıştığına inanmak çok rahatlatıcı olsa gerek.Ama hiç sağlıklı değil ! Diğer yandan, güvenmediğin için yaptıkları her icraatın "ülkeyi ele geçirmek" için olduğu paranoyasında olmak da aynı derece de sağlıksız tabi.(Güvensizliğimin nedenlerine hiç girmeyeceğim.Herkesin hayatta siyasilere güvenmesine engel en az bir tecrübesi vardır muhtemelen. ) 

     Ne alakası var bunların referandumla demeyin.Alakası olmasa durum referandumdan çıkıp,genel seçim havasına girer miydi hiç?Çok büyük bir çoğunluk sadece taraf olduğu partiye aptalca koşulsuz güvendiği için evet ya da hayır diyor.Bunu çok iyi bilen siyasi partiler,bu sebeple özgür irademizle vermemiz gereken bir karara kendi görüşlerini dikte etmeye çalışıyor.Bu sebeple bunca kafamız şişiriliyor,sular bulandırılıyor,türlü güç gösterilerinde bulunuluyor...Başta çok kızmıştım her biri muhteşem saçamalama numuneleri olan bu propagandalara.Ama düşündükçe;masal tadında demokratik söylemlere inanmaya dünden razı,ya da birkaç  güzel sözle kafası karışan bu kadar büyük bir kitle varken,birilerinin getirisi olacak her fırsatı değerlendirmeleri çok normal gelmeye başladı.Klasik bir etki-tepki meselesi bu temelde.Bir yanda seçmen değil,tek bir sözleriyle "evet" ya da "hayır" diyecek kadar fanatik taraftarlar isteyen siyasetçiler;diğer yanda özgür irade faktörünü devreden çıkarıp kararlarını parti liderlerinin kararı yönünde otomatiğe bağlamış holiganları ! Evet evet,tam anlamıyla holiganlar.Pankartları,konvoyları,şarkıları ve sloganları...Hepsi tastamam!
Bayram namazından çıkan cemaate üzerinde "evet" yazan kağıt parçaları dağıtan zihniyetten de,duvarlara "hayır'lı bayramlar" afişleri asan zihniyetten de iğreniyorum.Ama o kağıdı alan,ya da o afişe bakıp da sırıtarak çok hoş olmuş diyebilen sevgili halkımıza kızgınlığım çok daha fazla.Bu tür basitliklere girmeden bayramlaşmayı bile beceremedik !   
    Tüm bunlara bakarak,yapılacak olan şeyin referandum tanımından çok uzak oldunu görmek zor olmasa gerek.(bakınız referandum tanımıSiyasetçisiyle,halkıyla,büyük bir kesimin içinde olduğu bu hastalıklı ruh hali,demokrasinin önünde yeryüzündeki tüm negatif yasalardan daha büyük bir engel oluşturuyor bence.Bu yüzden sözde referandumdan çok daha önemli bence bu tablo.Yasalar belli güç dengelerine göre bugün böyle olur,yarın şöyle...Kabul etseniz de bu böyle,kabul etmek istemeseniz de.
(Bugün halkoyunu  da devreye sokma ihtiyacı duyuyorlarsa,bu kendi aralarında paylaşamadıkları kadar büyük güç mevkiileri peşinde oluşlarındandır.) Yasalar değişir,hükümetler değişir ama bu yandaşçılık zihniyeti değişmedikçe hiçbirşey
düzene girmiyor ne yazık ki.

    Hiçbir partinin yandaşı olmasa bile kabul ettiği ideolojilerin dışına bir türlü çıkamayan dar görüşlüleri ve takım tutar gibi tuttuğu partisini coşkuyla destekleyip; karşı görüşteki parti ve kişileri baş düşmanı olarak görenleri bir kenara koyarsak,geriye kalan kısımdakilerin "evet" yada "hayır" deme sebeplerinin aslında ortak olduğunu farketmişsinizdir herhalde.Kimi evet derse demokrasinin sağlanacağına inanır,kimi hayır derse.Kararı bize göre yanlış bile olsa,istediği gerçekten demokrasi olan herkesin tüm evetlerini ve hayırlarını sindirebilmemiz gerekir.Demokratik düşündüğümüzü söylüyorsak,istediğimiz sahiden demokrasiyse,bir toplumda çeşitli
görüşte insanların olacağı gerçeğini kabul etmemiz gerekir önce.
     Ama bakıyorum da herkeste bir "doğruyu sadece ben görebilirim" ukalalığı,bir karamizahçılık  tutumu...Didişmeye harcadığımız enerjiyi birbirimizin nasıl bir dünya görüşüne,nasıl bir bakış açısına sahip olduğumuzu anlamaya çalışmak için kullansak,işte o zaman demokrasi adına ciddi anlamda yol katedebiliriz diye düşünüyorum.
   Sözde bunları hepimiz biliyoruz ama iş eyleme gelince farklı davranıyoruz nedense.Sanırım daha fazla dürüst olmamız lazım;hem kendimize hem de birbirimize karşı...
    Adalete,özgürlüğe,eşitliğe o kadar çok ihtiyacımız var ki,bunları sağlayabileceğine inandığımız en ufak şeylere bile çaresizce sarılırken aslında hepimizin aynı şeyleri istediğini göremiyoruz bile ! Anayasa tabi ki çok önemli ama işin sadece yazılı kısmı.Adalet için onu hakkıyla uygulayabilecek yetkililer ve hakkını aramayı bilen bilinçli halk da lazım.Sonucu bir adım öteye gidemeyen tartışmalarla zaman kaybedersek,uzun bir süre daha gerçekten demokratik bir Türkiye ütopya olarak kalacak gibi.
   Benim sonuçta ne çıkarsa çıksın çok somut beklentilerim yok bu referandumdan.Dediğim gibi,bu bir tür güçler karşılaşması aslında.Bir an önce A partisi ya da C partisi,siyasetçilerin -kanunların değil siyasetçilerin- kafalarına estiği gibi yönettiği gibi bir halk olmaktan çıkıp, siyasetçilerine ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek,ülkemizi bu bunalımdan kurtarıp esas anlamda demokratik bir ülke haline getirecek birer uygulayıcı olmayı öğretmemiz lazım ! Bu ;bunun için şu,onun için de bu lazım diye uzar gider ama uzatmayacağım daha fazla.   
     Son alarak;"blogda siyasetten bahsedilir mi hiç" anlayışında olanlara söylemek istediğim birkaç şey var.Bahsedilememesi için tek bir neden gösterebilir misiniz bana?Siyaset de hayatın bir parçası değil mi?Blogda sadece eğlenceli ya da gündelik
mevzular üzerine yazılıp konuşulabilir diye bir kural var da ben mi bilmiyorum?Ya da ciddi konularda konuşamayacak kadar sığ mı görüşlerimiz veya iletişimimiz?
    Tüm bunları yazmamın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin,bir işe yaramayacağının farkındayım.Böyle bir amacım ve de beklentim şimdiye kadar hiç olmadığı gibi,bu
konuda da yok.Yaşadıklarımı,düşündüklerimi,hissettiklerimi yazarak ifade etmeyi seviyorum hepsi bu.Çünkü bu; söyleyceklerimi tek seferde tüm arkadaşlarımla konuşmak gibi birşey...Geçmişe dönüp baktığımda,yaşadıklarıma dair somut izler görmek demek aynı zamanda benim için.Neyse,bundan daha önce de uzun uzun bahsetmiştim zaten.

    Yarın sandıkta cevabı ne olursa olsun ülkesi için düşünebilen...ülkesini düşünebilen... sadece kendi iradesiyle oy verecek herkese teşekkür eder,bu yazıya da burada son veririm.      

      
     


10 Eylül 2010 Cuma

Hayırlı Bayramlar




         Eski bir bayram yazısını paylaşmak istiyorum bu bayram sizinle.Muhtemelen okumuşsunuzdur ama birlikte bi' daha okuyalım istedim.




 "Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan... 

 Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...

 Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

 Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.

 Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

 * * *

 Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır. 

 Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...

 Güne gülümseyerek başlamak bayramdır. 

 "İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram...

 * * *

 Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.

 Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır. 

 Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...

 * * *

 Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.

 Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. 
Her gününüz bayram olsun!

( Can Dündar )


        Bu kadar çok sebebimiz varken,herşeye rağmen "iyi bayramlar" demek istiyorum.Hepimize iyi bayramlar...


Heee,baştaki ısırılmış çikolata benim:)Siz burdan buyrun şekerlerinizi:)



1 Eylül 2010 Çarşamba

Kısa...


   
        Kestirdim işte :(
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...