Hep aynı şeyleri yapmak,yaşamak, yavaş yavaş öldürüyor insanoğlunu...Bir anda yere yığılıp kalmak kadar çarpıcı bi ölüm şekli değil belki.Ama durumun içinden çıkıp da aniden farkedildiğinde,aynı etkiyi gösterecek kadar dehşet verici..
Diğer yandan ne kadar ironik bi durum ki,hayatımızı idame ettirmek için hep aynı şeyleri tekrar etmek zorundayız.Ne kadar rutin,o kadar sağlık..Aynı zamanda uyuyup aynı zamanda uyanmak,aynı vakitlerde yemek yemek,spor yapmak,işe gidip gelmek vs vs...Tüm bunların aralarında sıkışıp kalmış noktalı boş satırların çoğunu da yine bu rutinleri planlamaya harcadığımızı düşünürsek...
21 Mayıs 2011 Cumartesi
1 Mayıs 2011 Pazar
iRenew Bileklik
Pek inandırıcı bulmamakla birlikte hep merak ediyordum bu güç & denge bilekliklerini.Baktım yorum okumakla merakım gitmeyecek,bi tane alayım bi deneyeyim dedim :)Bu markanın görünüşü daha sade geldiği için bunu satın aldım. Daha elime aldığım anda karar verdim iade etmeye.Malzeme kalitesi o kadar yetersiz geldi ki plasebo etkisi bile yapamazdı üzerimde,düşünün artık:) Toz zerreleri üzerine yapışıp kalan silikon bi şerite sarılmış ince plaka bi teneke...Sadece klips kısmı gayet sağlamdı.Bildiğim bi siteden satın aldığım için orjinal ürün olmamasına pek ihtimal vermiyorum.Ama bu kalitesizlik karşısında emin de olamadım açıkçası...
Sonuç ; En ufak bi etkisini göremedim ve iki günlük denemenin sonunda iade ettim.Üstelik merakımı gidermiş de değilim :( Merak ne kötü bişi yaa..Kendine sürekli yeni nedenler bulmakta üstüne yok ! Acaba ürün orjinal değil miydi,başka bi marka mı denesem,uzun süre kullansam bişi değişir miydi..Vesaire...
Oysa ki plasebo görevi görmesine bile razıydım.Daha sağlıklı bi hayat için geniş imkanları yada yeterli yaşam enerjisi olmayanların,böyle küçük şeylerin vadettiği pratik çözümlere ısrarla inanmak istemesi sendromu...Evet evet,sanırım durumum bu !
11 Mart 2011 Cuma
Japonya'da Deprem
En az hasarla atlatmaları duası ile...:( Mevlam sabır ve kolaylık versin..Ekrandan izlemek bile derin sarsıntılara sebep oldu ruhumuzda.Acı gerçekten paylaşılabilen birşeyse acılarını paylaşıyoruz..."Bir an önce geçsin",diye dua ediyoruz :(
16 Ocak 2011 Pazar
YIL 2011...
Yeni yılın 16 gününü geride bıraktık bile...Ve ben yılın ilk yazısını ancak yazabiliyorum...
Yıl 2011...
Dünya,bozulan onca dengeye rağmen hala yörüngesinde...
Ay çok şükür hala bizim uydumuz...
Günler hala 24 saat,ve bir ay hala ortalama 30 gün...
Teknolojide son sürat yol alıyoruz...
Bugünlerde 20 yıl sonrası için Mars'a yolculuk planları yapanlar var..(bkz.)
Ama bugün için daha yaşanılır bir dünya adına en ufak bir uğraş görmek zor...
Dünya Güneş etrafında bir turu daha bitirip yenisine başlamışken; insanoğlu olarak biz nasıl bir rota izleyeceğiz acaba ?
(Anlaşıldığı üzere ben hafiften depresif mode :( )
28 Aralık 2010 Salı
Aşkın İkinci Yarısı
Bu filmi izledikten bu güne aradan baya zaman geçti.(Cumhuriyet Bayramı'nda Elifçiğim ve bi arkadaşıyla birlikte gitmiştik.) Ne zaman hatırlasam bu filmden bahsetmemenin filme ciddi ciddi haksızlık olduğu duygusuna kapılıyorum. En iyisi artık buna bir son vereyim dedim:)
Filmin konusu bir cümleyle bile özetlenebilecek kadar sadeydi.Hayattaki başarısızlıklarının üstesinden gelemeyişine bir de alkol bağımlılığı eklenince, evliliğini sonlandırmaya tek başına karar verip karısını terkeden bir adamın,o güne kadar varlığından bile haberdar olmadığı kızıyla birlikte hastalıklı ömrünün son zamanlarını geçirmesi...(Biraz uzun oldu ama tek cümlede özetleyebildim nihayetinde :) ) Ama sadeliği basitlikle karıştırmayalım lütfen.
Daha ilk dakikalarda salondan "ayy çok yavaş,ilerlemiyor bir türlü" gibi yorumlar gelmeye başladı.Elif'in arkadaşı da böyle bir yorum yaptığı zaman,onun nezdinde yakınımızdakilerin de duyabileceği şekilde "E ama bu bir Mehmet Aslantuğ filmi.Adamın tarzı bu yani" dedim ukalâ ukalâ :)Gerçekten de öyle düşünüyordum ama,ben de bu kadar ağır ilerleyeceğini tahmin etmemiştim.Tahmin etsem tek başıma gelir,yanımdaki iki şeker kardeşime de sıkıntıdan patladıkları bi 1,5 saat geçirtmezdim.
Aynen sinemaya girmeden önce istediğim gibiydi film."Yavaş yavaş ilerlesin.Öyle ne zaman bitti dedirtmesin.İyice tadına varabileyim,zaman hızlıca akıp gitmesin..." demiştim.Çünkü ben tam bir Mehmet Aslantuğ izleyicisiydim:)Ve o benim beklentilerimi tam olarak karşıladı diyebilirim.Senaristlikte ve yönetmenlikte ilk tecrübesi olmasına rağmen,diye eklemeden geçemeyeceğim...
İlk dakikalarda ben de herkes gibi hikayenin gidişhatını takip ettim."Ne olacak,nerde adrenalin tırmanacak ve işler rayından çıkacak yada sarpasaracak " diye bekleyip durdum.O kadar alışmışız ki sürekli sorular sorup,zihnimizde farklı kurgular derleyip bi sonraki sahneyi merak ettiğimiz,entrikası bol,aksiyonu bol,şiddeti bol,ajitasyonu bol,travması bol senaryolara..Olayın yönünün film bitene kadar 10 kere değiştiği,"hadi canım,yok artık,pesss yani," ünlemlerini bolca kullandığımız filmlere-dizilere..İçinde bunların hiçbiri olmayan bi film görünce bi şaşırdık,biraz adaptasyon sorunu yaşadık haliyle.
Filmin neresinden itibaren tam olarak ayrımına varamıyorum şimdi ama,başladıktan bir 10-15 dakika sonra olsa gerek...Hikayenin nerelere gideceğini kestirmeye çalışmaktan vazgeçtim önce.Karakterleri eleştirmeyi;haklı-haksız, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi yargılama kriterlerini sildim attım kafamdan...Sadece o an orada anlatılmak istenilen duyguyu tam olarak,herşeyiyle görmeyi hedefledim.Bunu yapmak hiç de zor olmadı.Seçilen mekanlar,ve her bir karenin kadraja alınışı,görüntü açısı vs. muhteşemdi fikrimce.
Her bir mekanın nasıl itinayla seçilmiş olduğunu,hangi açıdan verilmek istenen duygu daha iyi yansıtılır diye belki de defalarca düşünüldüğünü anlamak için profesyonel bir eleştirmen olmak,ya da o gözle izlemek gerekmiyordu.Gösterilen titizlik o kadar açıktı yani.Görüntü kirliliği sıfır,diyalog kirliliği sıfır...Herşey muhteşem bir sadelik ve dinginlik içinde akıp gidiyordu.Hani filmlerin soundtract albümleri çıkartılır ya,ben bu filmden karelerin toplanıp albüm yapılmasını istiyorum.
Hele bir mandalina bahçesi sahnesi vardı ki..Evde dvd den izliyor olup,durdurup bi 10 dakika öylece izlemeyi istedim orada.Ve ekranı tamamen denizin doldurduğu sahnelerde...Ama kesinlikle küçük bi ekranda izlemek talihsizlik olurdu.Bu filmi vizyondayken izlemeyi kaçırıp da, tv yada bilgisayar ekranından izleseymişim eğer,sahiden çok üzülürdüm kaçırdığıma...İşte fragmandan kırpabildiğim kadarıyla o mandalina bahçesi...
Bunun dışında; Adamın karısına yazdığı mektup,kızın babasına -babası olduğunu bilmediği halde-"sen de çok güzel kokuyorsun" deyişi (diğer güzel kokan annedir tabiki )... Kızı hastalandığında panik halindeki adamın kendi çocuğu için "emanet bir de" demesi,gibi sahneler yine aynı sadelik içinde taa içime işleyen sahnelerden birkaçı..
Filmden çıktığımda ezici bi ağırlığı olmayan bir hüzünle beraber,sanki bir sinemadan değilde terapiden çıkmış gibi hissettim kendimi.Hayata Mehmet Aslantuğ'un göstermek istediklerini görebilecek kadar geniş açıyla bakabildiğim için mutluyum (Bu kime övgü oldu daha çok şimdi, bilemedim ;> ) Ne diyeyim,kendisini nice başarılı filmlerle birlikte izlemek ümidiyle...Böylesini herkes yapamıyor çünkü.Daha sayfalarca övgü yazılabilecek bir filmdi sahiden !
Filmin konusu bir cümleyle bile özetlenebilecek kadar sadeydi.Hayattaki başarısızlıklarının üstesinden gelemeyişine bir de alkol bağımlılığı eklenince, evliliğini sonlandırmaya tek başına karar verip karısını terkeden bir adamın,o güne kadar varlığından bile haberdar olmadığı kızıyla birlikte hastalıklı ömrünün son zamanlarını geçirmesi...(Biraz uzun oldu ama tek cümlede özetleyebildim nihayetinde :) ) Ama sadeliği basitlikle karıştırmayalım lütfen.
Daha ilk dakikalarda salondan "ayy çok yavaş,ilerlemiyor bir türlü" gibi yorumlar gelmeye başladı.Elif'in arkadaşı da böyle bir yorum yaptığı zaman,onun nezdinde yakınımızdakilerin de duyabileceği şekilde "E ama bu bir Mehmet Aslantuğ filmi.Adamın tarzı bu yani" dedim ukalâ ukalâ :)Gerçekten de öyle düşünüyordum ama,ben de bu kadar ağır ilerleyeceğini tahmin etmemiştim.Tahmin etsem tek başıma gelir,yanımdaki iki şeker kardeşime de sıkıntıdan patladıkları bi 1,5 saat geçirtmezdim.
Aynen sinemaya girmeden önce istediğim gibiydi film."Yavaş yavaş ilerlesin.Öyle ne zaman bitti dedirtmesin.İyice tadına varabileyim,zaman hızlıca akıp gitmesin..." demiştim.Çünkü ben tam bir Mehmet Aslantuğ izleyicisiydim:)Ve o benim beklentilerimi tam olarak karşıladı diyebilirim.Senaristlikte ve yönetmenlikte ilk tecrübesi olmasına rağmen,diye eklemeden geçemeyeceğim...
İlk dakikalarda ben de herkes gibi hikayenin gidişhatını takip ettim."Ne olacak,nerde adrenalin tırmanacak ve işler rayından çıkacak yada sarpasaracak " diye bekleyip durdum.O kadar alışmışız ki sürekli sorular sorup,zihnimizde farklı kurgular derleyip bi sonraki sahneyi merak ettiğimiz,entrikası bol,aksiyonu bol,şiddeti bol,ajitasyonu bol,travması bol senaryolara..Olayın yönünün film bitene kadar 10 kere değiştiği,"hadi canım,yok artık,pesss yani," ünlemlerini bolca kullandığımız filmlere-dizilere..İçinde bunların hiçbiri olmayan bi film görünce bi şaşırdık,biraz adaptasyon sorunu yaşadık haliyle.
Filmin neresinden itibaren tam olarak ayrımına varamıyorum şimdi ama,başladıktan bir 10-15 dakika sonra olsa gerek...Hikayenin nerelere gideceğini kestirmeye çalışmaktan vazgeçtim önce.Karakterleri eleştirmeyi;haklı-haksız, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi yargılama kriterlerini sildim attım kafamdan...Sadece o an orada anlatılmak istenilen duyguyu tam olarak,herşeyiyle görmeyi hedefledim.Bunu yapmak hiç de zor olmadı.Seçilen mekanlar,ve her bir karenin kadraja alınışı,görüntü açısı vs. muhteşemdi fikrimce.
Her bir mekanın nasıl itinayla seçilmiş olduğunu,hangi açıdan verilmek istenen duygu daha iyi yansıtılır diye belki de defalarca düşünüldüğünü anlamak için profesyonel bir eleştirmen olmak,ya da o gözle izlemek gerekmiyordu.Gösterilen titizlik o kadar açıktı yani.Görüntü kirliliği sıfır,diyalog kirliliği sıfır...Herşey muhteşem bir sadelik ve dinginlik içinde akıp gidiyordu.Hani filmlerin soundtract albümleri çıkartılır ya,ben bu filmden karelerin toplanıp albüm yapılmasını istiyorum.
Hele bir mandalina bahçesi sahnesi vardı ki..Evde dvd den izliyor olup,durdurup bi 10 dakika öylece izlemeyi istedim orada.Ve ekranı tamamen denizin doldurduğu sahnelerde...Ama kesinlikle küçük bi ekranda izlemek talihsizlik olurdu.Bu filmi vizyondayken izlemeyi kaçırıp da, tv yada bilgisayar ekranından izleseymişim eğer,sahiden çok üzülürdüm kaçırdığıma...İşte fragmandan kırpabildiğim kadarıyla o mandalina bahçesi...
Bunun dışında; Adamın karısına yazdığı mektup,kızın babasına -babası olduğunu bilmediği halde-"sen de çok güzel kokuyorsun" deyişi (diğer güzel kokan annedir tabiki )... Kızı hastalandığında panik halindeki adamın kendi çocuğu için "emanet bir de" demesi,gibi sahneler yine aynı sadelik içinde taa içime işleyen sahnelerden birkaçı..
Filmden çıktığımda ezici bi ağırlığı olmayan bir hüzünle beraber,sanki bir sinemadan değilde terapiden çıkmış gibi hissettim kendimi.Hayata Mehmet Aslantuğ'un göstermek istediklerini görebilecek kadar geniş açıyla bakabildiğim için mutluyum (Bu kime övgü oldu daha çok şimdi, bilemedim ;> ) Ne diyeyim,kendisini nice başarılı filmlerle birlikte izlemek ümidiyle...Böylesini herkes yapamıyor çünkü.Daha sayfalarca övgü yazılabilecek bir filmdi sahiden !
Etiketler:
arzum onan
,
aşk
,
aşkın ikinci yarısı
,
deniz
,
elif
,
film
,
güzel
,
hayat
,
hikaye
,
hüzün
,
mehmet aslantuğ
,
resim
,
sinema
8 Aralık 2010 Çarşamba
Gökhan Özen / Teslim Al
Dün bir mağazadayken duydum Gökhan'ın yeni albümünden bir şarkıyı.Akşam da önce kendi sitesine baktığım için Teslim al'ın klibini görüp onu izledim.Genel anlamda albüm oldukça iyi.Çok güzel şarkılar var ama klibin oluşturduğu negatif etkiyi üstümden atamadım daha.O nasıl bir kliptir öyle?
Öncelikle Gökhan'ı akıl hastanesine yatıranlar çok ayıp etmişler.Bizim mis gibi Bakırköy'ümüz varken ne diye ta Londra'ya yatırıyorsunuz?Bakırköy oradan çok daha iyidir,bi kere bahçesi yeter :) Hem oradan böyle hemen kapıyı açıp çıkıp kaçamazdı.E kocaman bahçe,bahçeden çıkana kadar birileri mutlaka tutardı onu.Bahçeden kaçsa hayranları yakalar, yani :) Diğer bir ihtimal Londra'dayken yetkililer tarafından hastaneye getirilmiş olması.Ki bu ihtimal de Londra'nın yeterince özgür bir şehir olduğu imajını yerle bir ediyor.Şarkı tuhaf,Gökhan da her ne yaptıysa saçmalamıştır tamam ama hemen yatırmak mı lazım dimi canım?
Kolundaki "independent" dövmesi de gözümüze gözümüze giriyor bu arada.Bir an,böyle bir klibi sadece o dövmeye uyum sağlasın diye çektiğini düşünüyorum :)Sonra Gökhan'ın morali gayet iyi,şarkı bile söyleyebilecek durumda.Ama o bırakın koşmayı,yürümesini bile beceremeyen,ayakkabılarını çıkarmayı nice sonra akıl edebilen bi kadından dahi kaçamadığına göre fiziken baya rahatsız olmalı. He, bi de artist heryerde artist,kaçmaya çalışırken bile:) Hani girdiği mağazada tanınmamak için değil de,üzerindekileri kendine yakıştıramadığı için kıyafet değiştirdiği çok açık.O kıyafetlerle nasıl parlıyo böyle "ben burdayım" diye.Ayakkabılarını da değiştirmeyi ihmal etmiyor hatta.(Çünkü klibin sonunda yakın çekim gösterilecek o ayakkabılar :> )Hastaneden kaçarken biz görmedik ama,paralarını ya da kartını da yanına almış olmalı.Buradan da anlıyoruz ki aklıyla çok da bi zoru yok diye düşünüyorum.
Ama sonra uzun saç,bere takıp kadınları atlatmayı başardıktan sonra bile (bu arada çok yakışmıştı sahiden bere ve uzun saç )yakayı kurtaramayınca "yok yok,baya bi hasar görmüş kafa herhalde" diye ümitsizliğe kapılıyorum yeniden.Yeniden diyorum çünkü "Ya esir al,ya esir ol.Na'parsan yap özgür ol" dediğinde anlamıştım zaten,var mental bi sorun :) Şarkının sözlerini Gökhan yazmamış hiç yoktan,diye avunuyorum.
İşte başka bi hayal kırıklığı daha.O ellerini kollarını sallaya sallaya rap yapan,kilolu ve mutlaka kasketli adamların modası geçmedi mi daha? Ya da diyorum hani Londra'nın rapçileri de Bursa'nın şeftalisi,Malatya'nın kayısısı gibi olmazsa olmaz birşey mi acaba? Rapçiyi şeftaliyle kayısıyla kıyaslamak pek bi tuhaf oldu ama,daha iyisi de gelmedi aklıma şuan :)
Hem klibin senaryosunu,hem de şarkının sözlerini bir bütün olarak anlamlandırmaya,ikisi arasında bağlantı kurmaya gerçekten çok çalıştım.Ama pek başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim malesef.Bu şarkı ve klip listelerde uzun süre üst sıralarda yer alacak,bunu görebiliyorum.Ama benim listemde ve hafızamda 2010'un en kötü klibi olarak kalacak.Burda Gökhan'ın talihsizliği,ben çok az klip izlediğim için,daha kötüsü varsa bile izlememiş olmam...
Öncelikle Gökhan'ı akıl hastanesine yatıranlar çok ayıp etmişler.Bizim mis gibi Bakırköy'ümüz varken ne diye ta Londra'ya yatırıyorsunuz?Bakırköy oradan çok daha iyidir,bi kere bahçesi yeter :) Hem oradan böyle hemen kapıyı açıp çıkıp kaçamazdı.E kocaman bahçe,bahçeden çıkana kadar birileri mutlaka tutardı onu.Bahçeden kaçsa hayranları yakalar, yani :) Diğer bir ihtimal Londra'dayken yetkililer tarafından hastaneye getirilmiş olması.Ki bu ihtimal de Londra'nın yeterince özgür bir şehir olduğu imajını yerle bir ediyor.Şarkı tuhaf,Gökhan da her ne yaptıysa saçmalamıştır tamam ama hemen yatırmak mı lazım dimi canım?
Kolundaki "independent" dövmesi de gözümüze gözümüze giriyor bu arada.Bir an,böyle bir klibi sadece o dövmeye uyum sağlasın diye çektiğini düşünüyorum :)Sonra Gökhan'ın morali gayet iyi,şarkı bile söyleyebilecek durumda.Ama o bırakın koşmayı,yürümesini bile beceremeyen,ayakkabılarını çıkarmayı nice sonra akıl edebilen bi kadından dahi kaçamadığına göre fiziken baya rahatsız olmalı. He, bi de artist heryerde artist,kaçmaya çalışırken bile:) Hani girdiği mağazada tanınmamak için değil de,üzerindekileri kendine yakıştıramadığı için kıyafet değiştirdiği çok açık.O kıyafetlerle nasıl parlıyo böyle "ben burdayım" diye.Ayakkabılarını da değiştirmeyi ihmal etmiyor hatta.(Çünkü klibin sonunda yakın çekim gösterilecek o ayakkabılar :> )Hastaneden kaçarken biz görmedik ama,paralarını ya da kartını da yanına almış olmalı.Buradan da anlıyoruz ki aklıyla çok da bi zoru yok diye düşünüyorum.
Ama sonra uzun saç,bere takıp kadınları atlatmayı başardıktan sonra bile (bu arada çok yakışmıştı sahiden bere ve uzun saç )yakayı kurtaramayınca "yok yok,baya bi hasar görmüş kafa herhalde" diye ümitsizliğe kapılıyorum yeniden.Yeniden diyorum çünkü "Ya esir al,ya esir ol.Na'parsan yap özgür ol" dediğinde anlamıştım zaten,var mental bi sorun :) Şarkının sözlerini Gökhan yazmamış hiç yoktan,diye avunuyorum.
İşte başka bi hayal kırıklığı daha.O ellerini kollarını sallaya sallaya rap yapan,kilolu ve mutlaka kasketli adamların modası geçmedi mi daha? Ya da diyorum hani Londra'nın rapçileri de Bursa'nın şeftalisi,Malatya'nın kayısısı gibi olmazsa olmaz birşey mi acaba? Rapçiyi şeftaliyle kayısıyla kıyaslamak pek bi tuhaf oldu ama,daha iyisi de gelmedi aklıma şuan :)
Hem klibin senaryosunu,hem de şarkının sözlerini bir bütün olarak anlamlandırmaya,ikisi arasında bağlantı kurmaya gerçekten çok çalıştım.Ama pek başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim malesef.Bu şarkı ve klip listelerde uzun süre üst sıralarda yer alacak,bunu görebiliyorum.Ama benim listemde ve hafızamda 2010'un en kötü klibi olarak kalacak.Burda Gökhan'ın talihsizliği,ben çok az klip izlediğim için,daha kötüsü varsa bile izlememiş olmam...
5 Aralık 2010 Pazar
KPSS
Geçen haftasonu yapılan KPSS'ye giren kalabalıktanım bende malesef.Bahçede beklerken birkez daha acımadan edemedim halimize.Ne kadar çaresiziz ki böyle bi sınavdan medet umuyoruz diye.Ben bu sınava niye girdim,neden beklentim neredeyse yok seviyesinde olduğu halde böyle ciddiyetle çalıştım hala cevap veremiyorum kendime bile.Olur da bir şekilde kazanıp bir yere girebilirsem bunu kaderden başka birşey açıklayamaz kesinlikle.
Sınav yaklaştığında hissettiğim şey stres değil,bu çalışma hali artık biteceği için duyduğum mutluluktu.Zaman zaman çok çalıştım sahiden.Belki de yapacak birşeyim olmadığı için buna sarıldım bilmiyorum.Belki uğraşacak ciddi birşeylerimin olması ihtiyacını dolduruyordu sınava çalışmak...Nihayetinde girdim işte.
Bu arada bi KPSS kâbusum var ki, yeri gelmişken anlatayım da gülün biraz.Sınav zamanı gelmiş.Sınava gireceğim girmesine ama sınav giriş belgemi vs. evde unutmuşum,basıyorum feryadı.Sınavda herkesin başında bir tane güvenlik görevlisi varmış bu arada.(Aslında güvenlik görevlisi değil,ama ben güvenlik görevlisi diyeyim siz anlayın artık:) ) Neyse,benim başımdaki görevli bana :
"Birşey olmaz,sen başla sınavına.Evden birine söyle getirsin kimliğini,giriş belgeni" diyor.Ben çok seviniyorum ama mesele bu değil.Orada içimden
"Hâlâ böyle iyi güvenlik görevlileri de varmış.Bunu mutlaka bloguma yazmalıyım"
diyorum.Nasıl bir ruh halidir bu Allah'ım :) Bu arada daha önce hiç böyle "bunu bloguma yazayım bak" şeklinde düşünmüşlüğüm yoktur yaşadığım şeyleri.Hadi normal hayatta,normal şartlarda oldu diyelim.Ama öyle bir zorluk anında yaşadığım şeyi bloga yazmanın aklıma gelmesi hiç iyi bir ruh haline işaret değil :)
Neyse içeri giriyorum.Sadece ben varım.Tek kişilik bir oda ve ortam alacakaranlık:) Diyorum "herhalde kopya olaylarından sonra böyle bir yöntemde buldular çareyi".Al burdan yak.Bu ne pozitivistlik ! Ömrüm boyunca hiç böyle pozitif olamadım ki ben.Ama rüya işte,bu da mümkünmüş:) Oda tek kişilik,kişi başına bi nöbetçi,oda karanlık ve sadece bi masa var,başka hiçbirşey yok :) Evet,işte rüyalara lâyık bir sınav salonu:)Dahası da var ama durun...
Süre hızla geçiyor.Ne kadar çözdüm acaba diye geri dönüp ilk sayfalara bakıyorum.Bakmaz olaydım ! Göz atıp tekrar dönmek üzere atladığım sorular değişmiş...Diyorum bu soruları hiç okumadığıma eminim ben,nasıl olur ama?Hepsi çok yabancı..Derken olay kopuyor.Çözmüş olduğum sorular da ben kâğıda bakarken silinmeye başlıyor ve yerlerinde yeni sorular beliriyor.Pes artık! Sonra ben tüm bunlarla baş edemeyeceğime kanaat getirip vazgeçiyorum zaten çabalamaktan.Nasıl bir stres yaşadığımı ise az - çok tahmin edersiniz herhalde.
Yakında bir film,bir belgesel de izlememiştim oysa ki.Ve bilinçli halimde bi sınav stresi yaşadığım da yoktu."Ey bilinçaltım! Sen ne kadar hayalperestsin.Kurgu gücün önünde saygıyla eğiliyorum ama lütfen beni motive edecek hayaller kur.."dedim uyandığımda kendime.
Hani sınava birkaç gün kala çalışmayı bırakın diyorlar ya,ben onu yapamayanlardanım.Sınav öncesi akşamı bile çalıştım.Ama benden beterleri de var deyip halime şükrediyorum.Sabah otobüste giderken hala elinde kitap,çalışanlar vardı."Aramızda sadece bir uyku süresi fark var" deyip anlamaya çalıştım onları da.
Sınavdan önceki akşama dönersek; uzun süredir ruh sağlığımı ve sinir sistemimi korumak adına haber bülteni izlemeyi bıraktığım için gündeme dair bilgilerimin oldukça zayıf olduğunu hatırladım birden.Gündemi görmezden gelmeyi (ya da içsel gündemimde kalmayı) o kadar kanıksamışım ki,güncel bilgilere çalışmayı son güne kadar erteledim :)Google sağolsun bir sordum sayfa sayfa cevabı getirdi önüme.Ders çalışma modunda değil de, "aaa bu da mı olmuş,öylemiymiş,bak bu iyi olmuş" gibi tepkiler vererek okudum daha çok. Şu sitedeki yorumlara takıldı sonra gözüm.Özellikle alttaki resimdeki 3 yoruma çok gülmüştüm.
En son gözattığım şey ise Şu sayfa idi.Çok normal bi çalışma şekliymiş gibi görünmüyor benimki de değil mi :) Ama normal bir şekilde çalışmak için önce normal olabilmek lazım dimi? Sadece bu kadar da değil.Gözatmayı bitirdikten sonra bilgisayarı kapatıp yatmaya karar verdiğimde ; "Şimdi ben bu gece ölsem, ardımdan ne derler acaba? " diye oldukça gereksiz bi soru geldi aklıma.Ve tabi muhtemel cevaplar...
"Çok da çalışmıştı,hayat böyle bir şey işte çalış çalış sonra sınava giremeden öl,yaaa "
"Sınava girse belki de kazanacak,iyi bir işi olacaktı.Bi işe giremeden öldü garibim"
"Sınav stresine dayanamadı galiba yüreği,çok mu heyecanlandı ki ne?"
Hayırlara karşı Allah'ım dedim, son verdim bu trajikomik,canı kendiyle dalga geçmek isteyen,abartmak isteyen zihnimin kurgularına.Bu gece bari yorma beni dedim...Çitten koyun atlatma olayına benzemesin dedim,içtim melisa çayımı mis gibi de uyudum..
Sınava girene kadar daha bir sürü gözlemim oldu tam komedi denilecek türden ama başka sefere artık...
Sınav yaklaştığında hissettiğim şey stres değil,bu çalışma hali artık biteceği için duyduğum mutluluktu.Zaman zaman çok çalıştım sahiden.Belki de yapacak birşeyim olmadığı için buna sarıldım bilmiyorum.Belki uğraşacak ciddi birşeylerimin olması ihtiyacını dolduruyordu sınava çalışmak...Nihayetinde girdim işte.
Bu arada bi KPSS kâbusum var ki, yeri gelmişken anlatayım da gülün biraz.Sınav zamanı gelmiş.Sınava gireceğim girmesine ama sınav giriş belgemi vs. evde unutmuşum,basıyorum feryadı.Sınavda herkesin başında bir tane güvenlik görevlisi varmış bu arada.(Aslında güvenlik görevlisi değil,ama ben güvenlik görevlisi diyeyim siz anlayın artık:) ) Neyse,benim başımdaki görevli bana :
"Birşey olmaz,sen başla sınavına.Evden birine söyle getirsin kimliğini,giriş belgeni" diyor.Ben çok seviniyorum ama mesele bu değil.Orada içimden
"Hâlâ böyle iyi güvenlik görevlileri de varmış.Bunu mutlaka bloguma yazmalıyım"
diyorum.Nasıl bir ruh halidir bu Allah'ım :) Bu arada daha önce hiç böyle "bunu bloguma yazayım bak" şeklinde düşünmüşlüğüm yoktur yaşadığım şeyleri.Hadi normal hayatta,normal şartlarda oldu diyelim.Ama öyle bir zorluk anında yaşadığım şeyi bloga yazmanın aklıma gelmesi hiç iyi bir ruh haline işaret değil :)
Neyse içeri giriyorum.Sadece ben varım.Tek kişilik bir oda ve ortam alacakaranlık:) Diyorum "herhalde kopya olaylarından sonra böyle bir yöntemde buldular çareyi".Al burdan yak.Bu ne pozitivistlik ! Ömrüm boyunca hiç böyle pozitif olamadım ki ben.Ama rüya işte,bu da mümkünmüş:) Oda tek kişilik,kişi başına bi nöbetçi,oda karanlık ve sadece bi masa var,başka hiçbirşey yok :) Evet,işte rüyalara lâyık bir sınav salonu:)Dahası da var ama durun...
Süre hızla geçiyor.Ne kadar çözdüm acaba diye geri dönüp ilk sayfalara bakıyorum.Bakmaz olaydım ! Göz atıp tekrar dönmek üzere atladığım sorular değişmiş...Diyorum bu soruları hiç okumadığıma eminim ben,nasıl olur ama?Hepsi çok yabancı..Derken olay kopuyor.Çözmüş olduğum sorular da ben kâğıda bakarken silinmeye başlıyor ve yerlerinde yeni sorular beliriyor.Pes artık! Sonra ben tüm bunlarla baş edemeyeceğime kanaat getirip vazgeçiyorum zaten çabalamaktan.Nasıl bir stres yaşadığımı ise az - çok tahmin edersiniz herhalde.
Yakında bir film,bir belgesel de izlememiştim oysa ki.Ve bilinçli halimde bi sınav stresi yaşadığım da yoktu."Ey bilinçaltım! Sen ne kadar hayalperestsin.Kurgu gücün önünde saygıyla eğiliyorum ama lütfen beni motive edecek hayaller kur.."dedim uyandığımda kendime.
Hani sınava birkaç gün kala çalışmayı bırakın diyorlar ya,ben onu yapamayanlardanım.Sınav öncesi akşamı bile çalıştım.Ama benden beterleri de var deyip halime şükrediyorum.Sabah otobüste giderken hala elinde kitap,çalışanlar vardı."Aramızda sadece bir uyku süresi fark var" deyip anlamaya çalıştım onları da.
Sınavdan önceki akşama dönersek; uzun süredir ruh sağlığımı ve sinir sistemimi korumak adına haber bülteni izlemeyi bıraktığım için gündeme dair bilgilerimin oldukça zayıf olduğunu hatırladım birden.Gündemi görmezden gelmeyi (ya da içsel gündemimde kalmayı) o kadar kanıksamışım ki,güncel bilgilere çalışmayı son güne kadar erteledim :)Google sağolsun bir sordum sayfa sayfa cevabı getirdi önüme.Ders çalışma modunda değil de, "aaa bu da mı olmuş,öylemiymiş,bak bu iyi olmuş" gibi tepkiler vererek okudum daha çok. Şu sitedeki yorumlara takıldı sonra gözüm.Özellikle alttaki resimdeki 3 yoruma çok gülmüştüm.
Son yorumu yapan arkadaş kuantumcu galiba :) Özellikle çok çalışan arkadaşlar panik yapmasın.Az çalıştıysanız yapabilirsiniz hani . Soruları bilemezsem diye zaten düşünmeyin bile.Okuduğunuz anda beyninizde bi flashback oluşacak ve cevabı hatırlayacaksınız.Slumdog millionaire hesabı :)
En son gözattığım şey ise Şu sayfa idi.Çok normal bi çalışma şekliymiş gibi görünmüyor benimki de değil mi :) Ama normal bir şekilde çalışmak için önce normal olabilmek lazım dimi? Sadece bu kadar da değil.Gözatmayı bitirdikten sonra bilgisayarı kapatıp yatmaya karar verdiğimde ; "Şimdi ben bu gece ölsem, ardımdan ne derler acaba? " diye oldukça gereksiz bi soru geldi aklıma.Ve tabi muhtemel cevaplar...
"Çok da çalışmıştı,hayat böyle bir şey işte çalış çalış sonra sınava giremeden öl,yaaa "
"Sınava girse belki de kazanacak,iyi bir işi olacaktı.Bi işe giremeden öldü garibim"
"Sınav stresine dayanamadı galiba yüreği,çok mu heyecanlandı ki ne?"
Hayırlara karşı Allah'ım dedim, son verdim bu trajikomik,canı kendiyle dalga geçmek isteyen,abartmak isteyen zihnimin kurgularına.Bu gece bari yorma beni dedim...Çitten koyun atlatma olayına benzemesin dedim,içtim melisa çayımı mis gibi de uyudum..
Sınava girene kadar daha bir sürü gözlemim oldu tam komedi denilecek türden ama başka sefere artık...
16 Kasım 2010 Salı
Mutlu Bayramlar
Hepinize hayırlı,mutlu bayramlar arkadaşlar.Bu bayramı memleketimizde geçireceğimiz için baya bi mutluyum.Bir saat sonra yola çıkıyoruz:) Akrabalarımla bol bol vakit geçirmek,memleketimin sahilleri...Alabildiğine geniş gökyüzü...Dua ediyorum geceler bol yıldızlı olsun diye.En çok özlediğim şeylerden biri uzun uzun,zamanı mümkün olduğunca unutarak gecenin geç saatlerine kadar gökyüzünü izlemek...Yanımda sevdiğim insanlarla birlikte tabi:)
İnşallah hepimizin bayramı bayrama layık güzellikte geçer..Kocaman 5 gün :)
6 Kasım 2010 Cumartesi
Dünün Özeti
Cağaloğlu'na doğru giderken...Böyle terk edilmiş binaları görünce, zamanında ne yaşanmışlıklara ev sahipliği yapmıştır,şahitlik etmiştir diye düşünmeden edemiyorum...
Sonunda yemek çubuklarım da oldu :)
Bu kediye özenmemek mümkün mü şimdi...Nasıl da derin uyuyordu:) Seçtiği mekan zaten muhteşem...Kocaman Sahaflar Çarşısı'ndan bi kitap alamadım kendime dün.Fiyatlar internettekine oranla küçümsenmeyecek kadar pahalıydı.Niye böyle diye sorduğumda ise;
"internetten alışverişi özendirmek için öyle gösteriyorlar.Üstüne kargo parasını ekleyince aynı fiyata geliyor zaten" diye cevap aldım."Demek kargo masrafı dahil sizinle aynı fiyata satabiliyorlar.Üstelik kargo ödeyen kitaplar var, haberiniz var mı?Siparişe ekleyince kargo parası falan ödemiyorsun." demek istedim ama gereksizdi uzatmak nihayetinde, söylemedim...
Fotoğrafta görünce aklıma geldi bak yine.A.Maranki'nin son çıkan kitabı 30 lira ! Pes yani, bi tek sen biliyosun dimi bu taşların faydalarını sayın Maranki...Aaa, ama sizin kitaplarınız kozmik bilim ışığındaydı dimi? Tabi kozmik olunca bu fiyata da yansıyor haliyle :)
23 Ekim 2010 Cumartesi
"O" Gün (Devam )
Sultanahmet Meydanı'ndaki 1001 icat sergisinde kalmıştım değil mi? Gitmeden önce alışkanlık gereği netten araştırmıştım.Resmi sitesinden izlediğim kısa filmi beğenmememe rağmen,birkaç blogda mutlaka gitmelisiniz gibi yazılar görünce ümitlenmiştim baya.Film birçok ödül almış ama zorla değil ya,ben beğenmedim.Kurgusu saçma geldi bana.
Öğretmen "Her gruba tarihin farklı dönemleriyle ilgili birer araştırma konusu vereceğim" diyor önce.Bir sonraki cümleyse şu: " Ve soru da şu olacak.Seçtiğiniz dönemin..." Yani öğrencilere konuları kendi veriyorsa nasıl seçmiş olabilirler ki?Bu nasıl bir seçimdir:) Sonra en son gruba verdiği ödevin baştan zor olduğunu söyleyip neden öğrencilerin hevesini kaçırıyor?O mimikler ne öyle?Üstüne bir de "bakalım nasıl halledeceksiniz?" deyip meydan okuyor sanki çocuklara.Sonra çocuklar kütüphane görevlisinin yanına gidiyorlar soru sormak için, adam yüzlerine bile bakmıyor başta.Yan tarafa bakıyor.Çocuklar kibarca sordukları halde "ne istiyorsunuz" diye sertçe cevaplıyor.Bişeyler söyleyip "hadi bakalım gidin" diye başından savıyor çocukları sonra.Çocuklardan biri "belki de araştırmaya değmez" deyince inat yapıp "Esasında size göre bişeyler var" diyor.Madem var niye baştan kovuyorsun çocukları?Biraz sonra da başta suratsız davranan adam,çocuğa "benim genç dostum" diye hitap eden bi kıvama geliyor :) Sonra "şimdi,biliyorum buralara bir yerlere koymuştum" diye yukarılara doğru bakarak bi kitap arayışı var.Kitap da aşağıda bir rafta ve dümdüz o yöne doğru gidiyor zaten:)Kitabın yerini biliyorum ama biraz gizemli olsun havalarında :)
Ya araştırma faslı bittikten sonra öğretmenin bu üç çocuk gelmeden değerlendirme kısmına geçmesine ve sonra bir anda farkedip "onlar nerde" diye sormasına ne demeli? Topu topu 9 çocuk var zaten :) Ve yine aynı tavırla çocuklara "büyük ihtimalle çok zorlandınız" derken kadının saçlarını yolmak istedim.O kadar düşünceliysen başka bi konu verseydin ya !
Sergi icatlarından çok oyuncaklarıyla yer etti hafızamda malesef.Tabi ki iyi çalışmalara,icatlara da yer verilmişti.Ama diğerlerinin uğrattığı hayal kırıklığıyla tuz-buz olup gitti hepsi gözümde.Bahsedeyim birkaç tanesinden de,abartıyor muyum haklı mıyım siz karar verin.
Bir tane kol vardı.Açıklamasında "Kolu çevirin,deney tüplerinde kaynayan maddeleri görün " yazıyordu.Çevirdik kolu,ışık yandı 4 sütunda da.Sütunların üst kısımlarında ingilizce Şeker,alkol ,sabun ,parfüm yazıyordu.Alt kısımlarında da renkli ışıklar yanıyordu.Ortada ne deney tüpü görebildik ne kaynayan birşey.Videoya da çekmiştim, defalarca izlememe rağmen göremedim.Orada anlayan ya da gören birine de rastlamadım.O ışıkların el gücüyle yandığını göstermeye çalışıyorlarsa tüptü maddeydi ne gerek vardı bunlara ?
Öğretmen "Her gruba tarihin farklı dönemleriyle ilgili birer araştırma konusu vereceğim" diyor önce.Bir sonraki cümleyse şu: " Ve soru da şu olacak.Seçtiğiniz dönemin..." Yani öğrencilere konuları kendi veriyorsa nasıl seçmiş olabilirler ki?Bu nasıl bir seçimdir:) Sonra en son gruba verdiği ödevin baştan zor olduğunu söyleyip neden öğrencilerin hevesini kaçırıyor?O mimikler ne öyle?Üstüne bir de "bakalım nasıl halledeceksiniz?" deyip meydan okuyor sanki çocuklara.Sonra çocuklar kütüphane görevlisinin yanına gidiyorlar soru sormak için, adam yüzlerine bile bakmıyor başta.Yan tarafa bakıyor.Çocuklar kibarca sordukları halde "ne istiyorsunuz" diye sertçe cevaplıyor.Bişeyler söyleyip "hadi bakalım gidin" diye başından savıyor çocukları sonra.Çocuklardan biri "belki de araştırmaya değmez" deyince inat yapıp "Esasında size göre bişeyler var" diyor.Madem var niye baştan kovuyorsun çocukları?Biraz sonra da başta suratsız davranan adam,çocuğa "benim genç dostum" diye hitap eden bi kıvama geliyor :) Sonra "şimdi,biliyorum buralara bir yerlere koymuştum" diye yukarılara doğru bakarak bi kitap arayışı var.Kitap da aşağıda bir rafta ve dümdüz o yöne doğru gidiyor zaten:)Kitabın yerini biliyorum ama biraz gizemli olsun havalarında :)
Ya araştırma faslı bittikten sonra öğretmenin bu üç çocuk gelmeden değerlendirme kısmına geçmesine ve sonra bir anda farkedip "onlar nerde" diye sormasına ne demeli? Topu topu 9 çocuk var zaten :) Ve yine aynı tavırla çocuklara "büyük ihtimalle çok zorlandınız" derken kadının saçlarını yolmak istedim.O kadar düşünceliysen başka bi konu verseydin ya !
Sergi icatlarından çok oyuncaklarıyla yer etti hafızamda malesef.Tabi ki iyi çalışmalara,icatlara da yer verilmişti.Ama diğerlerinin uğrattığı hayal kırıklığıyla tuz-buz olup gitti hepsi gözümde.Bahsedeyim birkaç tanesinden de,abartıyor muyum haklı mıyım siz karar verin.
Bir tane kol vardı.Açıklamasında "Kolu çevirin,deney tüplerinde kaynayan maddeleri görün " yazıyordu.Çevirdik kolu,ışık yandı 4 sütunda da.Sütunların üst kısımlarında ingilizce Şeker,alkol ,sabun ,parfüm yazıyordu.Alt kısımlarında da renkli ışıklar yanıyordu.Ortada ne deney tüpü görebildik ne kaynayan birşey.Videoya da çekmiştim, defalarca izlememe rağmen göremedim.Orada anlayan ya da gören birine de rastlamadım.O ışıkların el gücüyle yandığını göstermeye çalışıyorlarsa tüptü maddeydi ne gerek vardı bunlara ?
Yukarıdaki resimdeki tabloda önce bir kelimede ışık yanıyor yine.Sonra -resimde yanmadığı için görünmüyor gerçi- aralardaki küçük ledler artistik bi şekilde yanarak ilerliyor ve karşı taraftaki telaffuzu ışık yanan kelimenin benzeri olan kelimeye ulaşıyor.Ve sanırım o da yanıyordu.Tabi seslendirme de var.Yalnız anlayamadım ben, Q ile başlayıp "ırmızı" diye devam eden kelime hangi dile ait acaba? Ve altında Arap harfleriyle yazarken neden "y" harfi eklemişler.O "y", "zı" yı yumuşatıp "zi" gibi bişey yapmaz mı? (kırmızı'nın Arapçası falan değil bu arada ) Birşeyleri birşeylere zoraki uydurup ortaya birşey çıkarmışlar.Bu benzer kelimeleri ayırt edebilen sesli bir düzenekse ve ta ortaçağda icad edilmişse eğer,buna dair gerekli açıklama yoktu.O yüzden gözümde oyuncaktan öteye gidememesini mazur görün lütfen.
İşte "pes yani" dediğim icat (!)
Sol alt köşede de okuyabildiğiniz gibi 1'in 1 köşesi, 2'nin 2... köşesi vardır diye bi tez atmışlar ortaya.Daha 2'yi görünce "yok ben bunu kabul etmiyorum,o "z" resmen.Nerde görülmüş 2'nin öyle köşeli olduğu?" diye tepki verdim hemen.Haklı olduğum halde, sırf alışılagelmiş olduğu üzere sunulanı kabul etmediğim için orada bulunanların ters bakışları da üzerimde toplandı o anda. Hesap makinelerinde bile öyle değil 2,ya da 3...4, 7 ve 9 ise tamamen komedi...
Bu açıklamaya "suyun özellikleri" başlığını koyan zâtı da ayrıca tebrik etmesem olmazdı.
Bu da "usturlab"ın tanıtıldığı kısımdan.Usturlab bir astronomi aletiymiş.Gezegen ve yıldızların konumlarını ve namaz saatlerini tespit etmek gibi birçok kullanım alanı varmış.Gerçeğini göremedik ama.Bu kısımda da astrolojiyle ilgili bir oyun koymuşlardı.Halbuki usturlabı görmeyi tercih ederdim.Oyunu oynamadık zaten.
Serginin beğendiğim kısımlarına gelince ; Ambiyans iyi ayarlanmıştı.Dekorasyon gayet güzeldi.İcatlar hakkında, o icadın mucidi olan şahsın temsili görüntüsü ile onun ağzındanmış gibi videolu bilgilendirme fikri çok hoştu.Ahizelerle isteyenin dinlemesi de öyle.Dekordan da birkaç foto :
Tavanda Hazerfan Çelebi...
Ama sanırım serginin yıldızı El-Cezeri'nin "Filli Saat"iydi.
Sergiyi ayağımıza kadar getirenlere bir şey için teşekkür edebilirim.Başka bir ülkede,ya da başka bi şehirde olduğuyla ilgili bir habere rastlasam (sergi ülke ülke geziyormuş bu arada ) sahiden merak ederdim.Beni merak etmekten kurtardıkları için sağolsunlar.Onun dışında bana pek birşey kattı diyemem.Birçok buluşun islam coğrafyası kökenli olduğunu daha önce de biliyordum zaten.Ve bununla gurur da duyarım.Tarihimle ve dinimle gayet barışık biriyimdir.Müslümanların ya da Osmanlı'nın ilkel toplumlar olarak yaşadıklarını savunan gülünesi gruptan değilim yani.İşte tam da bu yüzden yetersiz buldum sanırım sergiyi.İlkokuldayken gitseydim çok daha fazla hoşuma gidebilirdi mesela:) Ama şuan ışığı yak,kolu çevir,köşeleri hesapla... pek açmadı beni malesef.
19 Ekim 2010 Salı
"O" Gün
Geçenlerde mutlaka bahsedeceğim dediğim bir gün vardı.Çoktan unutmuştum ki bugün bi arkadaşım hatırlattı ne zaman yazacaksın diye.Şimdi üzerinden 1 ay geçmiş, ama o günü hatırladıkça hala gülme nöbetleri geçirebilirim :) Şaka gibi bir gündü resmen.Ama eğlenceli ve güzeldi.İşte o gün ;
şuradaki 2010 japon yılı etkinliğine gitmek için sabahtan yola çıktık Lecerem'le. E karşıya geçene kadar anca yetişiriz o saate diye.İlk sürprizi trafik yaptı.Uzun süredir öyle saçma bi trafik görmemiştim.10:30'da Eminönü'nde oluruz diye kararlaştırmıştık ama buluşabildiğimizde saat 11:30'du.İkimiz de trafikte kaldığımız için birbirimizi beklemedik neyse ki.Vapur'la Üsküdar'a geçtik hemen.İskeleden çıktıktan sonra bi sormaya başladık yolu ki hayatımda böyle bir adres bulma vakası yaşamamıştım.Otobüsü bulmak sorun olmadı.Söföre dedik biz Bağlarbaşı Kültür Merkezi'ne gideceğiz.En yakın durakta indirebilir misiniz? Yani bilmiyorsan bilmiyorum dersin biz de başkasına sorarız dimi? Ama yok,illa biliyormuş gibi yapılacak ! Bizi -sonradan öğrendiğimize göre- bir durak geçince indirmiş.Neyse bir durak sorun değil geri yürürüz dedik ve labirent turu başladı.Sorduğumuz yer çok belirgin bir yer olmasına rağmen çoğu kişi bilmiyordu.Bilenlerin ise bildiği muamma.Birine soruyoruz "şurdan sağa dönün.." diye tarif ediyor.Tarif ettiği yere varınca binayı bulamadığımızdan bi daha soruyoruz.Yine şurdan ilerleyin,dönün.." deniliyor.E tamam hadi dönelim diyoruz bulamayınca mecburen bir daha soruyoruz.O da ne,daha karşıdan yeni geçtik bu tarafa şimdi de yine o tarafı tarif ediyorlar.Bu saçmalık baya bi sürdü böyle ve biraz daha yürüsek sahile geri inecektik nerdeyse.
Ben : Biz şimdi u gibi bi tarf mi çizdik,nasıl geldik benim kafam karıştı.
Lacerem : Yok,daha çok küçük b gibi sanırım.Türkçe'de öyle bir harf yok aslında tam olarak...
O kadar döndük ki geldiğim yoldan geri dönmek istesem bulamazdım büyük ihtimalle.Bu arada "acaba bir şey satın almadığımız için yanlış yolu mu tarif ettiler?" gibi paranoyakça ihtimaller bile geldi aklımıza.Ya da Üsküdar'da sağ ile sol yer değiştirmiş olmalı.Başka bi mantıklı açıklaması yok çünkü.O günden sonra "Üsküdar'da adres sormak yerine navigasyon cihazı almayı tercih ederim" diyecek hale geldim.
Yol sorarken etkinliğe geç kaldığımızı düşünüyorduk ama kimse toplanamadığından sunum saatini ileri atmışlar "çok şükür" mü desem "malesef" mi desem bilemiyorum :) İçeride küçük küçük birkaç stand açmışlardı.Origami,kıyafet bölümü ve bir de çay ikram etmek için masalar koymuşlardı.Önce origami standlarına uğradık.
Bu süs 1000 parçadan yapılmış.O yukarıdan aşağıya kadar olan şeritler bütün değil herbir renk ayrı bir parça.Sabır işi gerçekten...
Hepsi birbirinden şirin, değil mi? Top şeklinde olanlara bayıldım özellikle.Nasıl öyle birleştirmişler o parçaları.Her parçada 2 kağıt kullanılmıştı ama bakarak nasıl yapıldığını anlamak mümkün değil.
Ah n'olurdu şu sekizgen olandan bi tane yapabilseydim...Kağıtların desenleri de bi harika.Birkaç tane aldım ordan :) Sağolsunlar bol bol kağıt getirmişler.Acaba var mıdır buralarda da bu kağıtlardan ?
Mavi olanı Lacerem,Mor olanı ben yaptım.Yapım aşamalarını sırayla gösteren örnekler vardı.Daha önce Müco'yla Prison Break'teki kuğuyu denemiştik ve yapmıştım da,ama orada bunu kolay yapamadım.Standdaki Japon bayan el atmak zorunda kaldı çoğu yerde.Ama sonunda oldu işte.Azıcık bile yamuk katlasan olmuyor.Origami çok dikkat istiyor sahiden.
Sonra kıyafetlerin olduğu standa geçtik.Rengârenk kimonolar,şahane yelpazeler ve bir de çok güzel şemsiye vardı burada da.Lacerem çok ısrar etti ama üzerimde giyip çıkarması çok da rahat olmayan bi tunik olduğu için kimono giyemedim.Şemsiyeyle bi fotoğraf çektireyim dedim ama sıra gelmedi hemen,bekleyemedim.Keşke kimonoyu deneseymişim ya da şemsiye için bekleseymişim dedim mi? Evet kesinlikle dedim :(
Daha sonra da çay ikram edilen kısma geçtik.Sade yeşil çaydı ama yapılışı bizim yaptığımızdan çok farklıydı.Zaten çay un gibi ince hale getirilmişti.Hazırlayan bayan üzerine sıcak su ekledi ve çırparak kıvam verdi bir süre.Tabi köpürdü baya bi.Kıramadık oturduk.İçmesi çok kolay olmadı ama hazırlayan ve ikram eden Japon bayanlar o kadar kibar ve tatlıydılar ki sırf hatırları için o koca kâse ağzına kadar dolu olsa yine hepsini içerdim.Resimli olan Lacerem'in fincanıydı ve gözüm kaldı onda :) Yeşil ve pembe renkte olan şeyler ise şeker.Ama çayın içine atılmıyor,ufak ufak ısırarak tatlandırıcı olarak kullanılıyor anlattıklarına göre.Çayı şekersiz içtiğim için şekerleri kullanmadım.Ama sonra merak edip baktım tadına:) Şekerden çok hani aspartam tarzı tatlandırıcılar olur ya onlara benziyordu tadı.
Derken sunum vakti geldi ve salona geçtik.Bu günü Nagoya Türk-Japon Derneği düzenlemiş.Açılışı ve sunuculuğu yapan kişi (Türk) öyle kötü bi sunum yaptı ki anlatamam.Yani cümleyi yarım bırakıp,baştan alıp farklı bi şekilde yeniden kurup söylemediği tek bir cümlesi bile yoktu.Yine de sağolsunlar demek istiyorum ta Japonya'dan kalkıp gelmişler.
Sonra görüntüler eşliğinde bi sunum yapmak üzere başka bi dernek üyesi aldı mikrofonu.Konuşması akıcıydı ama öyle tuhaf şeyler söyledi ki sesli gülmemek için zor tuttuk kendimizi.Mesela çayın Japon kültüründe ne kadar önemli olduğundan bahsederken "bizde de öyledir değil mi 5 çayları falan.." dedi.Ben "nasıl yaaa 5 çayı Avrupalıların alışkanlıklarından biri değil miydi? " diye bi afalladım tabi.Sonra bir düğün fotoğrafını açıklarken "önde rahip ve arkasındaki bayanlar da asistanları,yani rahibeler" demez mi :) Daha neler vardı böyle...
Sonra biraz Nagoya'daki Türklerin yaşantısından bahsetti.Japonya'da en çok Türk bulunan şehir Nagoya'ymış.Aslında bizim en çok merak ettiğimiz kısım buydu.Çünkü diğer kısımlar hakkında zaten orada işlenenden çok daha fazla bilgi sahibiyiz desem yanlış olmaz.Kendo gösterisi,hat sanatı gösterisi,çay seremonisi..Bunlar temsili diyecek kadar kısaydı.En çok oradaki Türkler ne yapar,nerde çalışır,günlük hayatta hangi konularda zorluk çekerler gibi şeyleri merak ediyorduk ama çok fazla birşey öğrendik sayılmaz.Biraz istatiksel bilgi verdiler tabi.Sonra da derneğin buluşma günlerinden,çiğ köfte partilerinden vs. bir dizi fotoğraf izledik :) Aşağıdaki resim kendo gösterisinden.
Bir de şamisen çaldı bir bayan.Önce aşağıdaki videodaki ağırdan başlayarak gittikçe hızlanan parçayla giriş yaptı.Sonra yerel bir Japon şarkısı ile devam etti.En son da Kâtibim ile bitirdi.O yandaki 4 bayan niye orada ayakta bekliyor diye soracak olursanız;
İşte o yerel şarkıyı çalarken bir iki cümle eşlik ettiler.Sakura sakura diye başlayan bi şarkıydı:) Video çözünürlüğü baya bi kalitesiz oldu upload edince ama seste sorun yok sanırım.
Herşey iyi güzel bitti.Bizim sunucu "bu güzellikler bu insanlara çok yakışıyor..." diye oldukça yüksek bi sesle bi giriş yapsın mı.Güler misin ağlar mısın modunda kaldık biz öyle.Yani sahnedeki kadın da şaşırmıştır herhalde o tepkiye.Japonlar konuşurken ses tonlarına çok dikkat ederler ve yüksek sesle konuşmazlar diye biliyorum.Sunucu da biliyordur herhalde ama elinde mikrofon olduğunu mu unuttu ne:) Dehşet bi girişti.
Gösteriler bittikten sonra program da bitti zaten.Bakmayın burada yumuşatarak anlattığıma Lacerem'le aramızda geçen diyaloglar akla zarardı yani:) Yıl sonuna kadar gitmek istediğim birkaç Japon yılı etkinliği daha var.Umarım gidebilirim.
Kültür merkezinden çıktıktan sonra arkadaş tavsiyesi üzerine bi pasaja uğradık.Tabi yine bilmiyoruz tarifle bulduk.Pasajdan çıktıktan sonra sahile doğru ilerleyeceğime ters yöne gidiyormuşum.Ama dön dolaş derken kafa mı kaldı? Zaten yön kavramım pek gelişmemiş diye hep söylüyorum :( Lacerem bana (O yakada doğduğumu ve çocukluğumun bi kısmını orada geçirdiğimi kastederek ) aynen şöyle dedi :
-Sen de Üsküdar'lı oldun hemen bakıyorum da.Ya da "özüne döndün" mü demeliyim ?
Buradan sonra tekrar Eminönü'ne geçip Sultanahmet'teki 1001 icat sergisine uğradık.Onu da sonra anlatırım artık.
18 Ekim 2010 Pazartesi
Arıza
-Yoksa eğer niye satmıyorsunuz diye olay çıkaracağım ! (Ben anneme söylüyorum )
- Dilekçe yazsanız daha iyi olmaz mı efendim ? ( O ana kadar görmediğim yan reyondaki personel )
-Hmm ,hangisi daha çabuk netice verir peki?
-Ne aramıştınız,yardımcı olayım ?
-Şeyy..hani var ya duvara yapıştırılan..
-Var ondan,işte burda.Bakın bizi mahkemeye vermenize gerek yokmuş :)
Bu kadar yaygara sadece sıradan bir mutfak askısı içindi evet :) Ama baktığımız kaçıncı ıvır-zıvırcı olduğunu da hesaba katarsanız belki biraz daha akıllı görünebilirim gözünüze hm :)
- Dilekçe yazsanız daha iyi olmaz mı efendim ? ( O ana kadar görmediğim yan reyondaki personel )
-Hmm ,hangisi daha çabuk netice verir peki?
-Ne aramıştınız,yardımcı olayım ?
-Şeyy..hani var ya duvara yapıştırılan..
-Var ondan,işte burda.Bakın bizi mahkemeye vermenize gerek yokmuş :)
Bu kadar yaygara sadece sıradan bir mutfak askısı içindi evet :) Ama baktığımız kaçıncı ıvır-zıvırcı olduğunu da hesaba katarsanız belki biraz daha akıllı görünebilirim gözünüze hm :)
14 Ekim 2010 Perşembe
Rinpa Eshidan
Nette bir şey ararken sadece aradığım şeyle ilgilenmem mümkün değil sanırım.Önüme ilgimi çeken ne gelirse atlıyorum hemen.Bu video siteleri için de böyle.Geçen gün yine kim bilir hangi videoyu izlerken rastladım Rinpa eshidan'a.İzlediğim ilk çalışmalarında "bizim evin tüm duvarlarını gelip boyasalar-çizseler ya" demememin imkanı yoktu.Çocukluğumdan beri hayal ettiğim birşey bu duvar resmi meselesi gerçi,yeni değil.Ama bunların çalışmalarını görünce kaça katladı bu isteğim bilemiyorum.Her yeni müdahalelerinde resmin nasıl değiştiğini gözümü kırpmadan izlerken,bir yandan da resmin eski halinin kaybolduğuna üzülüp durdum.Hele bazen resmi tamamen boyayıp yeniden başlıyorlar ya,o başka bi resme geçiş efektidir herhalde dimi?Yani videoda öyle göstermişlerdir sadece.Diğer türlüsünü kabul edemem çünkü.
Çizerken,boyarken nasıl da eğleniyorlar ayrıca.İzleyip de o an eline boya almak istemeyen olabilir mi acaba ? Ben zaten güzel olan her bişeyi istiyorum,bunu istemesem olmazdı :)
Youtube'da birsürü çalışmaları var.Ben de oradan izlemiştim ilk.Ama herkes giremiyordur direkt,tünelle falan uğraşmayın diye bu videoyu ekliyorum.Yoksa Youtube'da ne harika çalışmaları var daha.Youtube kullanıcı sayfaları işte burada.Kendi sitelerine bakmak isterseniz de şöyle buyrun.
11 Ekim 2010 Pazartesi
Güneş Krizi
Eskiden de üzülürdüm yaz biterken.Ama "yaz ne kadar enerjikse,sonbahar-kış da o kadar romantik" der avuturdum kendimi.Üstüme hırkamı çeker,yanıma kahvemi alır Teoman'dan "İstanbul'da sonbahar" ı dinlerken biryandan da kitabımı okurdum bi güzel mesela.Ama yok...Şimdi bunların hiçbirini yapasım yok...
Hayatımı sanki suyla karbonhidratla vs. idame ettirmiyormuşum da,güneş enerjisiyle çalışıyormuşum gibi hissediyorum resmen. Damarlarımdan kanım çekiliyor,ağlamak istiyorum durmaksızın ama ne mümkün.Yaza kadar gömün en iyisi siz beni,yaz gelince hala yaşıyorsam çıkartırsınız yeniden demek istiyorum aileme.
Sonra kızıp soğuğa inat açıyorum tüm camları sonuna kadar,en ince giysilerimi giyip meydan okumak istiyorum kışa.Hadi ne kadar üşütebiliyorsan üşüt,elinden geleni ardına koyma diye bağırmak istiyorum.Sonra bunun ilahi düzenin bi parçası olduğunu hatırlatıp kendime,vazgeçiyorum...
Daha başındayken "nasıl biter bu kış" diye düşünürken bir an delireceğimi sanıyorum.İnsanlar böyle böyle deliriyor olmalı.Sahi,var mıdır kış geldi diye deliren?Yoksa bile ben ilk vaka olabilirim.Bencillik hayatta en sevmediğim,en çok midemi bulandıran şeylerden biridir.Ama şuan elimden gelse dönmesini durdurup,dünyanın diğer yarısını karanlığa,soğuğa mahkum edebilecek kadar bencilce davranabilirim belki de.
Bugün hava kısa bi süreliğine bile olsa güneşliydi.Sevgilisi haber vermeden terkedip, sonra da aniden geri dönünce şaşırıp kalan insanlar vardır ya,işte aynen öyle hissettim bugün kendimi.Dışarı çıkmak,ya da pencereden bakmak geldikçe içimden,güneş gözlüklerimi takmak istedim "seni görmek istemiyorum" diye.. Hayır kızgınlıktan değil.Onun yokluğuyla olan mücadelemde çok az da olsa yol alabilmişimdir belki diye..Başladığım noktaya geri dönmeyeyim diye...
İçimde birşeyler parçalanıyor.Nasıl bir can acısıdır bu.Nasıl bir depresif ruh hali.Ruh astımı diye bi hastalık var mıdır acaba?Ne kadar derin nefes alırsam o kadar havasız kalıyorum sanki.Aldığım nefes ciğerlerime ulaşıyor hala hayatta olduğuma göre.Peki ruhuma nasıl ulaştıracağım? Varmı benle birlikte çığlık attığımda polis yada bekçi gelmeyecek bi ormana gelebilecek olan biri? Nefes alamıyorum,ağlayamıyorum..bi de bağırmayı deneyeyim diyorum.Artık sesimin çıkmadığı zamana kadar...
Kendinden başka yanında götürecek hiçbir şeyi olmayan,kış gelince sıcak ülkelere giden kuşlara bu kadar özenmemiştim hiç."Herşeyin bir ilki vardır" lafı böyle zamanlar için söylenmiş olmalı.
Belki de sadece güneşsiz kalmaktan değil bunca acı.Bilmiyorum...Ama güneş olmadan hiçbirşeyle başedemeyecekmişim gibi geliyor şuan.Hayatımdaki herşey -hatta hayatım- güneşe endeksliymiş gibi geliyor.Umarım çabuk atlatabilirim.Umarım atlatabilirim...
Hayatımı sanki suyla karbonhidratla vs. idame ettirmiyormuşum da,güneş enerjisiyle çalışıyormuşum gibi hissediyorum resmen. Damarlarımdan kanım çekiliyor,ağlamak istiyorum durmaksızın ama ne mümkün.Yaza kadar gömün en iyisi siz beni,yaz gelince hala yaşıyorsam çıkartırsınız yeniden demek istiyorum aileme.
Sonra kızıp soğuğa inat açıyorum tüm camları sonuna kadar,en ince giysilerimi giyip meydan okumak istiyorum kışa.Hadi ne kadar üşütebiliyorsan üşüt,elinden geleni ardına koyma diye bağırmak istiyorum.Sonra bunun ilahi düzenin bi parçası olduğunu hatırlatıp kendime,vazgeçiyorum...
Daha başındayken "nasıl biter bu kış" diye düşünürken bir an delireceğimi sanıyorum.İnsanlar böyle böyle deliriyor olmalı.Sahi,var mıdır kış geldi diye deliren?Yoksa bile ben ilk vaka olabilirim.Bencillik hayatta en sevmediğim,en çok midemi bulandıran şeylerden biridir.Ama şuan elimden gelse dönmesini durdurup,dünyanın diğer yarısını karanlığa,soğuğa mahkum edebilecek kadar bencilce davranabilirim belki de.
Bugün hava kısa bi süreliğine bile olsa güneşliydi.Sevgilisi haber vermeden terkedip, sonra da aniden geri dönünce şaşırıp kalan insanlar vardır ya,işte aynen öyle hissettim bugün kendimi.Dışarı çıkmak,ya da pencereden bakmak geldikçe içimden,güneş gözlüklerimi takmak istedim "seni görmek istemiyorum" diye.. Hayır kızgınlıktan değil.Onun yokluğuyla olan mücadelemde çok az da olsa yol alabilmişimdir belki diye..Başladığım noktaya geri dönmeyeyim diye...
İçimde birşeyler parçalanıyor.Nasıl bir can acısıdır bu.Nasıl bir depresif ruh hali.Ruh astımı diye bi hastalık var mıdır acaba?Ne kadar derin nefes alırsam o kadar havasız kalıyorum sanki.Aldığım nefes ciğerlerime ulaşıyor hala hayatta olduğuma göre.Peki ruhuma nasıl ulaştıracağım? Varmı benle birlikte çığlık attığımda polis yada bekçi gelmeyecek bi ormana gelebilecek olan biri? Nefes alamıyorum,ağlayamıyorum..bi de bağırmayı deneyeyim diyorum.Artık sesimin çıkmadığı zamana kadar...
Kendinden başka yanında götürecek hiçbir şeyi olmayan,kış gelince sıcak ülkelere giden kuşlara bu kadar özenmemiştim hiç."Herşeyin bir ilki vardır" lafı böyle zamanlar için söylenmiş olmalı.
Belki de sadece güneşsiz kalmaktan değil bunca acı.Bilmiyorum...Ama güneş olmadan hiçbirşeyle başedemeyecekmişim gibi geliyor şuan.Hayatımdaki herşey -hatta hayatım- güneşe endeksliymiş gibi geliyor.Umarım çabuk atlatabilirim.Umarım atlatabilirim...
Philharmoniker Hamburg
Bayılıyorum böyle değişik fikirlere.Çok eğlenceli bir şey bence.Zamanım olsa da bol bol oynasam.3 değişik mekan var.Lütfen hepsine ayrı ayrı bakın.İşte karşınızda Philharmoniker Hamburg.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)